İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Adalar´da `çok kültürlülük´ var mı?

ROBERT SCHİLD*

Geçtiğimiz yüzyılın başlarında, “azınlıklar”ın çoğunlukta olduğu İstanbul Adaları’nın nüfusu bugün diğer yöne doğru gelişmişse de, bu beldede yaz aylarını geçiren geniş bir etnik ve dini halk çeşitliliği göze çarpıyor.

İstanbul Adaları, Kızıl Adalar veya Prens Adaları olarak da anılan Kınalı, Heybeli, Burgaz ve Büyükada’da geçtiğimiz ay dokuz gün boyunca “Çok Kültürlü Yaşam” başlığı altında “1. Uluslararası Adalar Festivali” düzenlendi. Kültürlerarası İletişim Derneği ve Adalar Belediyesi’nin önderliğinde gerçekleşen bu şenlikte, çeşitli halk kesimlerinin etnik müzik dinletilerinin yanısıra Yunanlı, Kıbrıslı ve Türk ressamlarının yapıtları sergilendi, ozan ve yazarlarının şiir ve öyküleri okundu ve iki ayrı panelde Adaların tarihçesi irdelenerek, çokkültürlü yaşamı masaya yatırıldı.

Geç Osmanlı döneminde, çeşitli kıyı kentlerinde olduğu gibi, Adalarda da Müslümanlar ve (asıl Lozan’dan sonra bu tanıma kavuşan) “azınlık”lar, birlikte olmasa da, yan yana yaşarlardı… Bu değişik kültür grupları arasındaki ilişkiler, bazı dönemlerde ağırlık kazanan milliyetçi akımların ışığında zaman zaman belirli bir soğumaya uğramışsa da, özellikle 1999 depreminin ardından canlanan Türk-Yunan yakınlaşması ve son yıllarda ivme kazanmış Avrupa olgusuyla, acaba yeni bir çehreye mi bürünüyor? Bu bağlamda, Adalarda gerçek bir “kültürlerarası” birliktelikten söz edilebilir mi ve bu konudaki ibre hangi yöne doğru dönüyor?

Gelenler – gidenler…

1990’da yayımladığı “İstanbul Rehberi”nde Murat Belge, İstanbul Adaları’nı “azınlık psikolojisine uyan bir mekân” olarak tanımlarken, parantez içinde “bu da anlaşılır bir şey elbette” açıklamasını getiriyor nedense … (S. 257) Gerçek şu ki, Bizans döneminde sadece keşiş ve papazlar ile sürgünlerden başka, ancak az sayıda bağcı ve balıkçı barındıran bu takımadaları 18. yüzyılın sonlarına doğru “yazlıkçı” olarak ilk keşfedenler, İstanbul’da yaşayan Fransızlardı. Ondan yüz yıl sonra, 1890 nüfus sayımlarında ise ada halkının yüzde 50’sine yakını Rum Ortodoks (İstanbul genelinde yüzde 20), yüzde 25’e varan bölümü de Gregoryen ve Katolik Ermeniydi (İstanbul: yüzde 16). l. Dünya Savaşı sırasında Heybeliada Ruhban ve Elen Ticaret Okullarına Bahriye Nezareti tarafınca el konulması ile, 1923 İstanbul’un kurtuluşunun ardından Rumların bir bölümünün göç etmesi, adalarda işlettikleri pansiyon, lokanta ve dükkânların kapanmasına ve buradaki canlı yaşamda yokluklarının hissedilmesine yol açar. 1917 devriminde İstanbul’a kaçan ve kente değişik bir ivme kazandırmış Beyaz Ruslar’ın, Büyükada plaj, lokanta ve gazinoları işletmeleri bile, bu boşluğu pek dolduramamıştı -ta ki, özellikle ll. Dünya Savaşı sonrası, çeşitli halk topluluklarından oluşmuş yeni zenginlerin, özellikle Büyükada’ya yerleşmeleriyle “yazlık yaşam”ın yeniden büyük bir renklilik ve ivme kazanmasına dek… Bir zamanların Rum yortu, fener alayları ve karnaval şenliklerinin yerini, “Hotel des Etrangers” ve “Giacomo” gibi otellerdeki deniz ve spor etkinlikleri ile daha çok Fransızcanın duyulduğu davet ve balolar almıştı. Bu dönemden geriye kalan son tanık, günümüzde de bazı “eski İstanbullu” yaşlıların yaz aylarını geçirdiği (ve artık adının sonundaki “e” harfinin kalktığı) “Splendid” otelidir.

6-7 Eylül 1955 olaylarının ardından ve 1960’ların azınlık nüfus yapısındaki önemli değişiklikler sonucu, örneğin bir bölüm Yahudinin İsrail’e göç etmesi, ancak özellikle 1963/64 yıllarında İstanbul Rum ailelerinin çoğunun Yunanistan’a yerleşmeleriyle, İstanbul Adaları’nın demografik yapısında Müslüman halkın artık sayısal olarak öne geçtiği görülür: “Yazlıkçılar” ile birlikte, bu hizmet sektöründe çalışmak üzere başta Doğuanadolu’dan Adalara gelmiş ve kimi Rum ailesinin evini uygun koşullarla edinmiş olan ağırlıklı Alevi olan yurttaşlar da, artık yörenin “yerlileri”. Diğer yeni bir “yazlıkçı” halk topluluğunu oluşturan Süryaniler’in yanısıra, çoğu TC vatandaşlığına geçmiş (“Boğaziçi Germenleri” olarak da anılan) ikinci-üçüncü kuşaktan Alman aileleri de özellikle Buragazadası’nda göze çarpan değişik bir halk katmanı örneği.

Torunların dönüşü

Bu arada, yıllar geçtikçe halklar ve uluslar arasındaki ilişkiler de değişmeye başladı… İşte, gel zaman-git zaman, bundan kırk yıl önce Yunanistan’a göç etmeden adadaki evlerini satmamış olan bazı ailelerin çocukları, bu güzel beldedeki yaşama karşı duydukları özlem sonucu, bugünlerde tekrar İstanbul Adaları’na dönüyor. Özellikle Büyükada’da son birkaç yılın yaz ayları boyunca çoğalan Rum nüfusunun nedeni budur!

Kimi tarihçi ve sosyal bilimci, Osmanlı döneminde İmparatorluğun çeşitli yörelerinde yerleşik olan etnik, çoğu gayrımüslim halk topluluklarının -genellikle huzur içinde olmakla birlikte- sanki “kendi hücrelerinde” yaşadıklarını savlar. Başlı başına irdelemesi bu yazının kalıbını aşacak, ancak günümüzde önemli bir tartışma konusu olmuş “hoşgörü” öğesi sayesinde ayakta kaldığı belirtilen bu nüfus katmanları, her daim kendi aralarında kalmayı yeğledi. Geç Osmanlı kozmopolit kent nüfusu incelendiğinde, oldukça yüzeysel bir tanımlama ile “mozaik” olgusuna benzetilen çok kültürlülüğün, bu savdan hareketle, gerçek anlamdaki bir birliktelikten çok uzaklarda olduğu yadsınamaz! İşte, 20. yy İstanbul Adaları ortamına bakıldığında, bu beldedeki yaşamın da fiili olarak belirli bir “kast sistemi” şeklinde oluştuğu hemen göze çarpardı: Başta cemaat içinden oluşmuş arkadaş grupları, karşılıklı ev ziyaretleri veya gezintiler ile eğlenceler – ve tabi ki, salt kendi aralarında kutlanılan bayramlar ve yortular gibi… Dahası, birer yazlık beldesi olarak adaların kendileri de bu tür bir “kast”laşmaya uyuyordu: Gene Murat Belge’nin “İstanbul Rehberi”ne göz atıldığında, Kınalı’da Ermenilerin, Burgaz’da Rumların, Büyükada’da Yahudilerin “yoğunluk” oluşturdukları, Heybeli’de ise Türklerin “çoğunlukta” olduğu yakıştırması göze çarpıyor.

Canlı etnografik müze

Günümüz İstanbul adalarında bu tür bir kategorik ayırım yok artık… Geçmiş dönemlerden artakalmış gruplaşmanın izleri henüz tam anlamıyla ortadan kalkmamış olsa dahi (ki bu olgu, daha ziyade Ermeni ailelerin çoğunlukta olduğu Kınalıada’da göze çarpar), Adalar arasındaki bir “kastlaşma”dan bugün söz etmek mümkün değil. Öte yandan, yaz aylarında en kalabalık nüfusa ulaşan Büyükada’da olduğu gibi, en belirgin biçimde Burgazadası’nda göze çarpan son derece zengin bir etnik/dini çeşitlilikten söz edebiliriz. Bu satırların yazarı, Tarih Vakfı’nın yayımladığı “İstanbul” Dergisi’nin Haziran 1998 sayısındaki “Müze-Kent İstanbul” dosyasına katkıda bulunduğu “Burgazadası: Bir Canlı Etnografik Müze” yazısında, 1.5 kilometre kare yüzölçümlü bu küçük adada özellikle yaz aylarında 20’yi aşkın etnik/dini halk topluluğunun, dostça ve iç içe yaşadığını belirtir. Bunları sıralamak gerekirse, her birinden yazarın bizzat tanıdığı ailelerden oluşan şu kümeler ortaya çıkar: Sünniler-Aleviler-Kürtler-Lazlar-Rum Ortodokslar-Rum Katolikler-Ermeni Gregoryenler-Ermeni Latin Katolikler-Süryaniler-Keldaniler-Gürcüler-Aşkenaz Yahudileri-Sefarad Yahudileri-Karait Yahudileri-Levantenler-Bulgarlar-Yugoslavlar-Arnavutlar-Almanlar-Avusturyalılar. Büyük bir olasılıkla dünyada eşine rastlanamayan böylesine ilginç bir kültürler yumağını değişik söyleşiler aracılığı ile görüntüleyecek bir belgeseli AB’nin çeşitli kurumlarında göstermek, yazarın düşlediği, ancak henüz gerçekleştiremediği tasarılarından.

Adalar arası “kastlaşma” tarihe karıştı, ya doğrudan Ada’nın “içinde” süregelmiş gruplaşmalar? Halen Rumlar Rumlarla, Yahudiler Yahudilerle veya Ermeniler Ermenilerle mi görüşür sadece; Burgaz Almanları salt kendi aralarında mı evlenirler, veya Levantenler Müslümanlarla birlikte meyhaneye gitmezler mi? Şurası gerçektir ki, bazı “azınlıklar”ın mevcudiyeti bugün o denli azalmıştır ki, evlilik konusunda beliren büyük darboğaz ile başa çıkmaları imkânsızdır. Bu bağlamda, örneğin Alman ile Rum aileleri arasında birçok sağlıklı birleşmeler görüldü. Öte yandan, Adalardaki sosyal yaşamın da günümüzde kendine has bir “mikro küreselleşme” gösterdiğini savlayabiliriz: Bireyler ve aileler arasındaki ilişkiler, geçmişte örnek gösterilen “güzel komşuluk”tan ve karşılıklı “bayram ziyaretleri”nden çok ötede, ortak eğlence/dinlence etkinliklerine ve kış aylarını da içeren birlikteliklere varan dostluklara ulaştı. Yüzyıllar boyu süregelmiş, karşılıklı (“hoşgörüye” demesek de…) saygıya dayanan, ancak gene de ayrımcılıktan sıyrılamamış küçük “baloncuklar” patladı, sürekli bir devinim içinde bulunup karşılıklı etkileşim ile yoğrulan -ve bu satırların yazarına göre-, tam anlamıyla “çokkültürlü” bir kütle belirdi…

* Dr.

Yorumlar kapatıldı.