İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Avrupa adil ve akılcı olmalı

ELI SCHWARTZ

Victoria dönemi İngiltere’sinde, ‘berbat Türkler’ deyimi hayli yaygındı. O zamandan bu yana çok şey değişti. Bugün Türkiye 70 milyonluk nüfusuyla bağımsız, modern bir ülke. NATO’nun önde gelen bir üyesi ve şu an Avrupa Birliği’nin de kapısını çalmakta.

Köşe yazarı George F. Will, geçen hafta Türkiye’nin AB’ye alınmasının Britanya için bir avantaj olacağına dikkat çekiyordu. Avrupa’nın diğer ülkeleriyle kıyaslandığında Türkiye’nin ekonomisinin kat etmesi gereken çok yol var, ancak demokratik, laik, üstelik Müslüman bir ülkeden söz ediyoruz.

Elbette Türkiye hep demokratik ve laik olmadı ve bu ülkenin hikâyesini bilmenin, özellikle de Başkan Bush’un Ortadoğu çapında demokrasinin yayılması hayalleri kurduğu bu dönemde, hepimiz için faydalı olduğuna inanıyorum.

100 yıllık modernleşme

Türkiye’nin modern tarihi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmasıyla başlıyor. 1920’de muzaffer müttefikler Arap topraklarına yerleşmek ve Küçük Asya’yı paylaşmak için masaya oturdu.

Fransa’ya Milletler Cemiyeti tarafından Lübnan ve Suriye mandası verildi; Britanya Mezopotamya (Irak), Filistin ve civar bölgeleri aldı. Küçük Asya’daki Türkiye ise İtalyan ve Fransız etki alanları, özerk bir Kürt bölgesi, Kafkasya’daki Ermeni Cumhuriyeti’ne verilen bir bölge ve Ege Denizi’ndeki İzmir’den başlayarak Yunanistan’a verilen bir bölge arasında bölündü. İstanbul’u kuşatan küçük bir parça ve Asya tarafında Marmara Denizi’ni kuşatan oval bir bölge, yanı sıra Karadeniz’e açılan Boğaz Osmanlı Sultanı’na bırakıldı. Bütün bu paylaşım Sevr Anlaşması’yla dayatıldı ve anlaşma İstanbul’daki Sultan tarafından imzalandı.

Bu sırada Mustafa Kemal’in (daha sonra Kemal Atatürk olarak anılacaktı) liderliğindeki milliyetçi bir reform partisi, Türkiye’nin ortasındaki Ankara çevresinde toparlandı. 1920’de isyancı meclis Türkiye’nin cumhuriyet olduğunu ilan etti ve Mustafa Kemal etrafında oluşturulan ordu Kürtlere, Ermenilere ve İzmir’in ötesine uzanan bölgeyi işgal etmiş olan Yunan ordusuna bir dizi saldırı başlattı. Taarruzlar, ağır kayıplar verilen bir zaferle sonuçlandı ve bugün tartışmalı bir biçimde ‘etnik temizlik’ olarak anılan olayların büyük bir kısmı şimdiye dek hiç açıklığa kavuşturulamadı.

Savaş muzaffer Türk ordusunun 1922’de İzmir’i almasıyla sona erdi. Ölü doğan Sevr Anlaşması bir kenara bırakıldı ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’yle 1923 tarihli Lozan Anlaşması imzalandı; böylece Türkiye’nin Küçük Asya’dan, kozmopolit İstanbul şehri üzerinden Avrupa’ya uzanan, Akdeniz ile Karadeniz arasındaki stratejik boğazları da kapsayan bugünkü toprakları oluştu.

Sadece tek bir insana bağlamak mümkün değilse de, modern Türkiye’nin kuruluşunun Mustafa Kemal sayesinde başarıldığı söylenebilir; Kemal Atatürk cumhurbaşkanı olarak, 1923’ten ölüm tarihi olan 1938’e dek ülkeyi baskıcı yöntemlerle yönetti. Kemal Atatürk’ün başlıca hedefi, Türkiye’yi modern dünyanın parçası yapmaktı.

Art arda emirler çıkarıldı. Sultan ve ailesi sürgüne gönderildi, Halifelik kaldırıldı, şeriat yasaları İsviçre hukuku üzerine temellenen yasalarla değiştirildi ve İtalyan Ceza Yasası ile Alman Ticaret Yasası Türkiye’ye uyarlandı. Bütün bu değişim Türkiye’yi özünde laik bir devlet haline getirdi.

Kemal Atatürk fes giyilmesini yasakladı ve kadınları başörtüsü takmaktan vazgeçirmeye çalıştı.

Din adamları maaşlarını devletten almaya başladı, haftalık vaazlar da devlet tarafından verdirildi. Ezan Arapçadan Türkçeye çevrildi.

Belki de Kemal Atatürk’ün en devrimci adımı, ülkeyi Arap alfabesinden Latin alfabesine geçirmek oldu. Altı yaşından 40 yaşına dek bütün vatandaşlar, yeni harfleri öğrenmeleri için okullara alındı. Dört yıl sonra eski Arap alfabesinin kullanılması yasaklandı. Bunu da okuryazarlıkta sürekli bir artış izledi.

Daktilo ithalinde muazzam bir artış oldu ve yasanın hiç niyet edilmemiş bir sonucu mahiyetinde, stenograflara yönelik talep kadınların istihdamını artırdı ve bu da Türk kadınının özgürleşmesine katkıda bulundu.

Atatürk’ün kullandığı yöntemlere tepeden tırnağa eleştirel yaklaşanlar bile, onun Türkiye’de Batı karşıtı İslamcıların yükselişine mani olan bir miras bıraktığını kabul ediyor.

Kemal Atatürk Türkiye’yi modernleştirme çabasında başarılı oldu; Altın Hilal’in doğu ucunda yaşayan Şah Pehlevi ise İran’ı modernleştiremedi.

Kemal Atatürk’ün ölümünün üzerinden 66 yıl geçti ve belki de Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm açısından son sınav gelip çattı. Türkler bu yılın sonunda Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerine başlamayı umuyor. Fakat kafalarda birçok soru işareti var.

Çarpıcı büyüme

Türkiye yoksul bir ülke. Gelişmemiş bir ülke değil, fakat gelişmiş ülkeler sıralamasının en altlarında yer alıyor. Kişi başına düşen gelir, AB ortalamasının neredeyse üçte biri. Diğer yandan yüzde 4 ile 6 arasındaki son büyüme oranlarıyla AB’yi geçiyor; The Economist dergisinin geçenlerde yayımladığı rapor, Türkiye’nin son çeyrekte imalat ve madencilikte yüzde 15 gibi çarpıcı bir büyüme yakaladığını gösteriyor, ki bu oran listedeki diğer ülkelerin oldukça ilerisinde.

Avrupa Birliği ile ticaret artmış durumda; 1996’dan bu yana AB’ye ihracat iki kattan fazla (10 milyar dolardan 25 milyar dolara) arttı, keza ithalat da 20 milyar dolardan 32 milyar dolara çıktı. AB ülkelerinde geçen yıl satılan televizyonların üçte biri Türkiye’den geldi.

35 yıldır iki haneli rakamlarda seyreden enflasyon oranı nihayet bu şubatta tek haneye indi. Milli gelirin yüzde 10’unu teşkil eden bütçe açığı ise, AB’nin yüzde 3’lük hedefinin çok üzerinde. Bu noktadan bakıldığında AB’ye katılım için gereken ekonomik kriterler kusursuz şekilde yerine getirilmiş sayılmaz, ama az önce sayılan tüm veriler,

‘işleyen bir piyasa ekonomisinin’ varlığını gösteriyor.

Siyasi ve toplumsal açıdan bazı sorunlu noktalar varlığını sürdürüyor. Ortalama okuryazarlık oranı yüzde 87; erkeklerde bu oran (yüzde 94), kadınlardan (yüzde 88) önemli ölçüde fazla. Ne var ki ilköğretim okullarına hem kız hem de erkek çocukların gitmesi artık zorunlu. Ortalama yaşam beklentisi 72 yıl, yani dünya ortalamasının sadece biraz altında, fakat bebek ölüm oranları (binde 42) utanç verici derecede yüksek.

En önemli sorun Kürtler

Tabii ki en büyük sorun, nüfusun yüzde 20’sini oluşturan Kürt azınlığın rahatsızlığı ve huzursuzluğu. Mevcut hükümet, Kürtçenin kamusal kullanımının ve Kürt kültürünün geliştirilmesinin önünü açarak Kürtlerle ilişkilerdeki gerilimi azalttı. Nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye azınlık sorunu olan tek AB üyesi olmayacak; İspanya’nın Basklar, Slovakya’nın Çingeneler ve Britanya’nın Kuzey İrlanda’daki IRA ile problemleri var. AB’ye katılımın sosyal, siyasi kriteri ise ‘değerlerin birliği’ ifadesinde özetlenir.

Ortadoğu ve Türkiye üzerine okuduklarımdan ve buralara yaptığım ziyaretlerden vardığım sonuç şu: Türkiye’nin AB’ye alınmasının çok önemli bir başarı olacağına inanıyorum. Bir kere Türk ekonomisine katkıda bulunacağı aşikâr. Fakat belki de en önemlisi, ılımlı, modern bir Müslüman ülkenin, diğer ülkeler için cazip bir model sağlayacak şekilde, canlı bir demokratik, ekonomik topluma başarıyla dönüştürülmesi olacak.

(ELI SCHWARTZ: Amerikan gazetesi, Lehigh Üniversitesi’nden emekli iktisat profesörü, 18 Temmuz 2004)

Yorumlar kapatıldı.