İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hiç bitmeyen bir gerilim

Avni ÖZGÜREL

Kürt sancımız artık müzmin hale geldi. Zar- zor demokratik bir açılım gerçekleştirdik; DGM’ler kaldırıldı, Kürtçe radyo-TV yayınları başladı, eski DEP milletvekilleri serbest bırakıldı vs: ama, hâlâ rahatlamadan eser yok. Aksine şiddet kabarmaya başladı, söylemler köşelendi… AB sürecinde kritik noktaya geldik; karar anında kimsenin elinde aleyhimize kullanılabilecek koz kalmasın, bizden Batı’ya olumsuzluk sinyalleri gitmesin istiyoruz. Ama olmuyor. Görünen şu ki; bir kanadı, ‘Fırsat bu fırsat, ne alınırsa şimdi alınır’ diyen; diğer kanadı

‘Yapabileceklerimizin azamisi budur’ olan makasta sıkıştık.
Kürt meselesinde son durum tahlili, bir tarih yazısının çerçevesinden taşar elbette. Ama bu konuda Ankara’nın elinde hâlâ bir ulusal projenin bulunmadığını sezip sessiz kalmak da elde değil. Tıpkı Kıbrıs’la ilgili bir çözüm planımız bulunmadığı için Annan dokümanına evet demek durumunda kalışımız gibi, Kürt meselesinde de sadece Avrupa karar odaklarının
taleplerine bakıp perakende kararlarla günü geçiştirmeye çalışıyoruz.

1.5 asırlık yara

Bu hal yeni değil elbette. Yara 1.5 asırlık. Geçmişi 2. Mahmut’un saltanat yıllarında başlayan, 15 yıl zorunlu askerlik uygulamasına, 1858’de çıkarılan arazi kanununa kadar uzanıyor. Bedirhan ve Yezdanşir ayaklanmaları o dönemin eseri. Doğunun sosyal yapısını vergi alacağız zannıyla ağalara aşiret topraklarını mülk edinme imkânı verip, onlara paşa rütbesi ikram ederek kendi elimizle çatlattığımız kesin. Ağaların gerek duymadıkları işgücü fazlasını itmeleri dolayısıyla bölgeden göç de o zaman başladı zaten.

Osmanlı için son perde açılana kadar mırım kırın vardı ama doğrusu su yüzüne vurmuş fazlaca bir rahatsızlık yoktu. Ne zaman ki İngiltere ve Fransa’nın Düyûn-u Umumiye ile, Almanya’nın Bağdat Demiryolu ve hat boyunca sağlı sollu 20 kilometrelik alanda yeraltı servetlerini işletme imtiyazı ile Osmanlı’yı kontrolleri başladı; o zaman kabarmaya başladı Kürt meselesi. Rusya imparatorluk coğrafyasından pay talebiyle çıktı sahneye. Çarlığın amacı petrol bölgesinin siyasi kontrolünü ele geçirmekti. Bunu da İngiltere, Fransa, Almanya gibi ekonomik imtiyaz elde ederek değil, doğrudan işgal ederek gerçekleştirebileceği kanısındaydı. Ve bölgenin etnik yapısı Moskova’ya müttefik olarak iki hedef halkı işaret ediyordu: Ermeniler, Kürtler!..

Milliyetçilik ve bağımsızlık rüzgârlarının güçlü estiği o yıllarda, açık söylemek gerekirse Rus siyasetinin önündeki en büyük engel 2. Abdülhamid’di. Osmanlı padişahı Ermeni taleplerininin karşılanabilir olmadığı düşüncesiyle onları askeri güçle baskılamaktan başka çare olmadığına, ama, Kürtlerin mutlaka ulusal birliğe dahil edilmesi gerektiğine hükmederek iki önemli organizasyonu gerçekleştirdi: Hamidiye Alayları ve Aşiret Mektepleri.

Rusların Kazak süvarilerinden ilham alınarak kuruldu Hamidiye alayları. Dışa dönük olarak, Rusya’dan gelebilecek saldırıya; içeride Ermenilerden kaynaklanacak ayaklanmaya karşı kurulmuştu bu alaylar. Aşiret Mektepleri ise evdeki hesaba göre doğrudan asimilasyonu sağlayacak bir eğitim kurumu olacaktı. Alaylar kuruluş gayesine uygun gelişti ve doğuda Osmanlı’nın
‘akıncı’ gücü oldu.

Aşiret Mektepleri’yse istenen sonucu vermedi, aksine, ortaya Osmanlı’nın dağılmak üzere olduğunun farkına varıp Kürt milliyetçiliği duygusuna sahip, eğitimli Kürt gençleri çıkardı. Öncü olduklarına inanıyorlardı, ama, doğdukları topraklardan kopmuşlardı. Onları bölgeye bağlayacak yani ‘transmisyon kayışı’ işlevini görecek bir mekanizma da yoktu ellerinde. Köhnemiş saydıkları medrese geleneği dolayısıyla eğitimsiz, dolayısıyla dünyadan habersiz saydıkları aşiret unsurlarının peşlerinden gelmesi gerektiği inancındaydılar. Böyle olmadı. Köklü aşiret düzeni ‘mürekkep yalamış’lara teslim olmadığı gibi onları dışladı.

İstanbul’daki Kürt gençlerin 1900’de kurduğu Kürdistan Azmi Kavi Cemiyeti ile başlayan girişimlerin tamamı akim kaldı.

İsyan… İsyan…

Devletin çöküntü eşiğinde olduğunu gören aşiretler, medrese ve dergah destekli mücadelelerini kendi usullerince vermeye koyuldu.

1907’de Dersim’de patlak verdi ilk büyük başkaldırı ve bastırıldı. Babıâli için sorundu artık Kürtler. Ertesi yıl İstanbul’da Kürt İttihad Terakki Cemiyeti, Kürt Hevi Talebe Cemiyeti barışçı yollardan Kürt halkının durumunun iyileştirilebileceği inancıyla faaliyete geçtiğinde, Osmanlı olanca dermansızlığına rağmen sorunun ancak silah zoruyla çözülebileceğine inanmıştı. Bu sırada Kürtçülük hareketinin önderliğini Nakşibendi tarikatının 18. yüzyılda Süleymaniye’de ortaya çıkan Halidiye koluna bağlı şeyhler üstlenmişti. Özellikle bölgede Nakşiliğin rakibi sayılan Kadiri tarikatının şeyhi Şeyh Said’in 1908’de idamıyla… Liderlik Nakşi hareketine bağlı iki ailenin, Nehri ve Ali Septi (1925 isyanında idam edilen Palulu Şeyh Said, bu kişinin torunu) ailelerinin eline geçtikten sonra ardı arkası kesilmedi ayaklanmanın. ‘Nehri’lerden Taha Nehri’nin icazetiyle kendi dergâhını kuran Şeyh Taceddin’le Barzan aşireti çıktı sahneye. Şeyh Taceddin’in oğlu Abdüsselam Barzani ayaklandı. Osmanlı idaresi onu görüşme bahanesiyle çağırdığı Musul’da yakalayıp idam etti.

‘Zo ve lo diyenler’

1912’de Hozat da Seyid Rıza ayaklandı, 1919’da Koçgiri isyanı ilk işaretlerini verdi, çatışmalar 1921’de ayaklanmaya dönüştü. Hareketin lideri Alişan Bey’di. Bastırılmasını, ordu ve ‘özel tim’ mantığının ilk örneği sayılabilecek Topal Osman sağladı. İsyanın 32 lideri dahil 400 kişi tutuklandı, 117 kişi için idam çıktı. Ankara’ya gönderilen ricacıların baskısı dolayısıyla infazlar yapılmadı. Bölgenin askeri sorumlusu Nurettin Paşa’nın o günlerde söylediği şu söz devletin siyasetini ortaya koyması bakımından zihinlerde çakılı kaldı: Zo diyenleri tepeledik, sıra lo diyenlerde…

Koçgiri sonrası Kürtler uzun süre silaha el sürmedi. Ta ki, Ankara’nın başının Musul meselesiyle sıkışık olduğu 1925’e kadar. Ayaklanma için uzun zamandır hazırlanıyordu Şeyh Said. Bu amaçla kimi Kürt aracılar vasıtasıyla İngiltere’den kalkışmaya destek olması için talepte bulunuyordu. 1925 Şubatı’nda beklenmedik bir şekilde talih Ankara’nın yüzüne güldü ve Şeyh Sait silahlı mücadele için şartların yeterince olgunlaşmadığını, biraz daha beklemek gerektiğini düşünürken emrivaki karşısında tetiğe basmak zorunda kaldı. 70 bin kişilik silahlı gücü yönlendiriyordu şeyh. Ama istim üzerinde bekleyen ordunun karşısında ancak bir buçuk ay dayanabildi bu düzensiz kuvvet. Şeyh Said, mayısta yakalandı haziranda 48 yandaşıyla birlikte idam edildi.

İsmet Paşa’nın sırf bu isyan dolayısıyla başbakanlığa yeniden getirildiği Takrir-i Sükûn Kanunu’yla Türkiye’nin susturulduğu dönem başladı böylece. Aynı sene yaşanan Nehri ve Hazro, ertesi yıl Nusaybin, Arvo, Pervari ve Mutki isyanlarından halkın haberi bile olmadı. Şeyh Said isyanından kaçıp kurtulan Kürtlerin İngiltere ve Fransa’nın yönlendirmesiyle Beyrut’ta Ermeni Taşnak örgütü temsilcisi Vahan Papazyan’ın evinde Kürt Ulusal Birlik Örgütü olarak kurulan Hoybun’un başını çektiği Ağrı İsyanı da basında ancak olayı küçük boyutta eşkıyalık olarak değerlendiren hükümet açıklamaları çerçevesinde yer aldı.

Ankara ‘sorunu kökünden çözmeye’ kararlıydı. 1936’da Tunceli Kanunu çıktı. Aşiretlerin Dersim’in adını değiştiren bu yasa vesilesiyle hükümet uygulamalarından rahatsızlıklarını dile getirdikleri başvuru aranan fırsatı doğurdu. 1937’de ordu yurtiçinde o zamana kadar yaptığı askeri harekâtların hepsinden daha kapsamlı bir operasyonu başlattı. Munzur Çayı’nın kana bulandığı çatışmalarda kaç kişinin canından olduğu meçhul. Ama ölen en az 50 bin kişi arasında Koçgiri ayaklanmasının askeri liderlerinden Alişer Bey’le karısının da bulunduğu biliniyor. Aşiret kuvvetlerini yöneten ve Kürt taleplerini içeren bildirinin altında imzası olan Seyyid Rıza görüşme bahanesiyle çağrıldığı Erzincan’da tutuklandı.

Alelacele kurulan ‘Sıkı Yönetim Mahkemesi’nde yargılandı. Heyette görevli İhsan Sabri Çağlayangil’in anlattığına göre, o günlerde doğu illeri gezisine çıkacak olan Atatürk şehre gelmeden yargılamayı bitirme telaşındaydı hâkimler. Dolayısıyla mahkeme mesai saati ve tatil günü kısıtlamasına bağlı olmaksızın hatta geceleri farları salonun pencerelerine çevrilmiş otomobillerin yardımıyla sağlanan aydınlıkta çalışmaya devam etti. Seyyid Rıza dahil 11 kişiye verilen idam cezasıyla noktalandı yargılama. Dört sanığın cezaları yaşları büyük olduğu için müebbete çevrildi. Seyyid Rıza da 75 yaşındaydı ama altı arkadaşıyla birlikte 18 Kasım 1937’de idam edildi.

Gerilimin neresindeyiz?

Sonrasında yıllarca Ankara göz açtırmadı Kürtlere. Askeri baskı tehdidini hiç kaldırmadı; bölgeyi, çıkarlarını genel siyasetle uzlaşmada gören aşiret şeyhlerine emanet ederek bir tür ‘sigorta’ geliştirdi. Her tür ihalenin şeyhler arasında paylaştırılmasına, parlamento seçimlerinde adaylıkların aşiretlerarası denge ve bir tür kontenjan usulünce dağıtılmasına dayalıydı düzen. Nihayet 1970 sonrasında başlayan terör, PKK saldırılarıyla bildik kan girdabına çekti Türkiye’yi. Onca acı yaşandıktan sonra ve AB sürecinin son dönemecinde Türkiye’nin gündeminde yine Kürtler var. Güneydoğu’da halkın çoğunluğu demokratik açılımlardan memnun ve silahlı mücadeleye karşı. Ama yeniden saldırılarını yoğunlaştırmaya başlayan PKK’ya bölge halkının kesin tavır koymasını isteyen Ankara’nın beklentilerinin yansıma bulduğu söylenemez. Çağrılar hep ‘PKK’yı kızdırmamaya ve ikna’ya dönük. Ve herkesin zihnindeki soru aynı: Her sahnesini ezberlediğimiz filmi yine seyredecek miyiz?

Yorumlar kapatıldı.