İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

AB Hıristiyan kulübü değil

EMİR TAHERİ

Türkiye’nin hayaleti, 25 üyeli Avrupa Birliği’nin (AB) kapılarını zorluyor, Acaba Avrupa, kapılarını Türkiye’ye açacak mı yoksa bekletmek için başka bir gerekçe mi bulacak? Bu soru, içinde bulunduğumuz ay, Dublin’de yapılması kararlaştırılan AB zirve çalışmalarının gündeminde de yer alıyor.

Halihazırdaki şartlar Türkiye’ye AB üyeliğine katılma çağrısı yöneltme ihtimalinin zayıf olduğunu işaret ediyor. Birlikteki esaslı üye ülkelerden birçoğu, gerektiği takdirde ellerinde bulundurdukları veto kartını Türkiye’nin AB’ye katılmaması için kullanma niyetinde olduklarını açıkladı.

Fransa ve İtalya devlet başkanları Chirac ve Berlusconi, Türkiye’nin AB üyeliğine alınmasına karşı olduklarını açıkça ilan etmişlerdi. Alman Başbakan Shröder ise karşıtlık derecesi daha düşük ve yeterince açık olmasa da Türkiye’nin katılımına karşı olduğu göndermelerinde bulundu.

Zira onun karşıtlığı esasında muhalif Hıristiyan Demokratlar önünde geriye düşmememe endişesinden kaynaklanıyor. Britanya Başbakanı Blair, Türkiye’nin

AB üyeliğini destekliyor, ancak bu uğurda savaşması uzak bir ihtimal.

Türkiye’nin AB’ye katılımına karşı çıkanların getirdiği resmi gerekçeler herkes tarafından biliniyor. Türkiye’deki tarım sektörü, ‘ortak tarım politikası’ gereği desteklenirse bu AB’nin iflasına neden olabilir. Ancak tarımsal desteğin artık kaldırılması gerektiği yönündeki baskılar ve aynı durumdaki Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin birliğe kabul edilmesi bu gerekçeyi çürütüyor.

Karşı çıkanların bir başka gerekçesi ise Türkiye’nin yeterince demokratik olmaması. Bu, bir gerçek ve Türkiye’nin gelişmiş bir demokrasiye sahip olabilmesi için pek çok yıla ihtiyacı var. Ancak AB üyeliği geçmişte Yunanistan ve Portekiz’de, günümüzde de eski komünist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’nin demokratikleşme sürecini hızlandıracaktır.

Reformlar 20 yıl önce başladı

Türkiye geçen 1970’li yıllarda Avrupa yönünde yürümek için ilk adımını atmış ve 1980’li yıllarda AB’ye tam üyeliği elde etmeye çalışmıştı. Ancak AB, Türklerle ciddi müzakereleri ertelemenin bir aracı olarak ekonomik, siyasi ve sosyal reformları yerine getirmesini istedi. Geçen 20 yıl içinde Türkiye serbest ekonomiye geçmek için Turgut Özal liderliğinde bir dizi reforma başladı. Merkez sol partinin liderliğindeki koalisyon hükümeti ordunun siyasetteki etkisini azaltmayı ve insan haklarında iyileştirmeyi hedefleyen anayasal reformlara başlarken Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki merkez sağ hükümeti de büyük bir kararlılıkla devraldığı bu reformları sürdürdü.

Ancak Türkiye’nin aralarında uygulanması zor bazı taleplerin de bulunduğu Avrupa’nın şartlarını yerine getirmesi, kendisine AB’nin kapılarını kapatmak isteyen çevrelerde kayda değer bir etki yapmadı. Çünkü Türkiye’nin

AB üyeliğine karşı çıkanların nedenleri ekonomik ve siyasi olmaktan ideolojik temellere dayanıyor.

Bu konuyu yaklaşık iki yıl önce Almanya’nın eski Başbakanı Helmut Kohl’e sormuştum. Kohl’ün 1980’li yıllardan beri Türkiye’nin AB’ye alınması fikrine karşı olduğu bilinmeli. Oğlunun Türk kökenli bir bayanla evlenmesi de bu tutumunu değiştirmemiş. Kohl, AB’nin ‘Hıristiyan kültüre sahip devletlerini içeren bir ilişki’ olduğuna vurgu yaparak Türkiye’nin
‘İslami kültüre sahip’ bir ülke olduğunu ve dolayısıyla AB içinde yeri olmadığını ifade etmişti.

Kısa bir müddet sonra aynı gerekçeyi Fransa eski cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’den Londra’da yapılan Avrupa anayasası komisyonu oturumu sonrası dinlemiştim. D’Estaing ‘Türkiye’nin farklı bir uygarlığın izinde olduğunu ve Müslüman bir toplum olarak Avrupa’da kendisini rahat hissedemeyeceğini’ belirtti.

Önyargılı tavır

Bu tür tutumların ve açıklamaların yönetim dışındaki birileri için kolay olmasıyla birlikte Kohl ve d’Estaing’in düşüncelerini açıkça ifade etmesini takdir edediyorum. Zira Avrupa liderlerinin sessizce düşündüklerini, onlar yüksek sesle dile getirdiler. Türkiye bazılarına göre İslam, İslam ise Avrupa’da kadim bir tarihi endişe anlamına geliyor. Avusturya’nın başkenti Viyana’nın ortasında duran katedralde, Osmanlı padişahını köpek şeklinde gösteren bir işleme bulunuyor. Ayrıca birçok Avrupalının kahvaltıda yediği hilal şeklindeki pasta türleri, yaklaşık 400 yıl önce başkent Viyana çevresine ordularını dayayan Osmanlı Türklerinin bayraklarındaki hilalin sembolü. Fakat tüm bunlar AB’nin kapılarını Türkiye’nin yüzüne kapatması için yeterli mi? Kesinlikle değil.

Öncelikle AB’nin Hıristiyan kulübü olduğu düşüncesi zayıf ve aynı zamanda tehlikeli bir görüş. Zira 25 üye ülkenin tamamı içinden kendilerini Hıristiyanlığın dini söylevlerini yerine getiren kişiler olarak görenlerin oranı yüzde 30’u geçmez. Şayet şahısların doğum esnasındaki dinleri temel alınacak olsa, AB nüfusunun 20 milyonu Müslüman demektir. Hatta İslam AB’de ikinci büyük din konumunda. Nüfusun içinde Budistlikle başlayıp şu an revaçta olan birçok dine bağlı milyonlarca Avrupalının yanı sıra 1 milyon da Yahudi bulunmakta. O halde AB’nin şu an seçme özgürlüğünü devlete değil de bireye bırakan korkunç derecede büyük bir dinler ve ideolojiler ‘süpermarketinden’ ibaret olduğunu söylemek mümkün.

AB’nin dini olamaz

Avrupa demokrasisinin dinin devletten ayrılması esası üzerine kurulu olması öngörülüyor. Dolayısıyla AB’nin belirli bir dininin olması mümkün değil. O halde Hıristiyanlığın Avrupalılara has bir ‘kimlik’ aracı olarak kullanılması, Nazilerin Ari ırkının üstünlüğü ile diğer ırkları ayırmak için etnik temel etkenini kullanmasından daha az tehlikeli değil.

Diğer yandan Türkiye’nin ‘İslam devleti’ olduğu iddiası da yanlış. Zira Türkiye devletinin resmi dini yoktur ve 80 yıl boyunca, yani birçok AB üyesi ülkesinden uzun zaman önce laik bir devletti. Türklerin yüzde 98’i Müslümanken şiirden felsefeye, müzikten mimariye kadar Türk kültürü üretiminin neredeyse tamamı laik.

Buna ilaveten Türkiye eski Sovyetler Birliği’ne karşı yaklaşık yarım asır boyunca birinci Avrupa savunma hattı olarak kaldı. Türk ordusu, Amerikan ordusundan sonra NATO’daki en büyük ikinci ordu.

O vakitler Almanya veya Fransa, ‘Müslüman askerlerin’ kendilerini savunmasına itiraz etmiyorlardı.

Çoğulculuk ne olacak?

Türkiye’nin AB’ye katılımına muhalif tutumlara rağmen Türkiye’nin üyeliği belki de AB’nin büyük bir devlete dönüşmesini istemeyenler için gökten inen bir hediye olabilir. Kohl ve d’Estaing, kıta içindeki ülkelerin kendi özel kimlik ve kültürlerini kullanabileceği birleşik Avrupa vilayetleri kurmayı düşlüyorlar. Kohl ve d’Estaing bu düşleriyle Şarlman’den Hitler ve Napolyon’a kadar birçok işgalciye eşlik etmekte. Oysa Avrupa’nın bu çeşitliliğin sayesinde modern dünyayı bulmakta başarılı olduğunu idrak edememekteler. Eğer Avrupa tıpkı Rusya’da olduğu gibi despot ve geniş bir imparatorluk olsaydı demokrasinin ve ilerlemenin gerçekleşmesinde katkıda bulunan çoğulculuğun gelişmesini sağlayamazdı.

Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakerelerine başlaması Avrupa kıtasındaki çeşitliğe damgasını vuracak ve geriye Avrupa’nın Avrupalı kalmasını isteyenlerin, Türkiye’nin AB’ye üyeliğini desteklemeleri kalacaktır.

(EMİR TAHERİ: Paris merkezli Politique International gazetesinin editörü, Londra’da yayımlanan Şark ül Evsat gazetesi, 18 Haziran 2004)

Yorumlar kapatıldı.