İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

radikal: Sarkis´in anlatmadığı göç `masal´ı


Sarkis Seropyan, Ermenistan’a gidip tehcir sırasında kaybolan dayısını bulmuş. Ona da anlattırmış yaşadıklarını ve annesi ile teyzesinin anlattıklarıyla aynı öyküyü dinlemiş. Seropyan bu yüzden “Bana kimse yaşananların yalan olduğunu iddia etmesin” diyor.

Celal BAŞLANGIÇ

Fazilet ve alçakgönüllülük anası, üreme ve bereketli sular tanrıçası Anahit’i anlatıyordu. Ardından Ermenilerin fırtına, yağmur, bulut, ateş, güç ve zafer tanrısı Vahakn’a geçiyordu.

Sırada Ermenilerin en eski tanrılarından Ara ile Asur Kraliçesi Flamiram’ın yani Semiramis’in öyküsü vardı. Elçileriyle mektup göndermişti Flamiram, “Sana hitap ediyorum ey yakışıklı Ara. Sen benim eşim olup Ninova’ya ve benim dünyama hükmetmeyi reddettin, kalbin Ararat’ın ebedi buzlarından daha sert” diyor ve “Geri dön” diye çağırıyordu Ara’yı. Elçilere “Ninova’ya dön ve dünyaya hükmeden güneşine buzlarımın ancak kabuğum olduğunu, bu kabuğun içinde ise iki aşkın alevlerinin yükseldiğini anlat” diyordu Ara. Bu iki aşktan ilkinin vatanına, ülkesinin dağlarına, nehirlerine ve ağaçlarına; ikincisinin ise eşi Nuart’a karşı olan sevgisi olduğunu anlattıktan sonra kesin bir tümceyle bitiriyordu mektubunu:

“Ölümsüzlük önersen bile, ben Nuart’ımı alçaltmam.”

Böylece uzayıp gidiyordu Sarkis Seropyan’ın peş peşe dizdiği masallar Beyoğlu’ndaki Tiyatro Seyr-i Mesel Sanat Atölyesi’nde. Demokratik Türkiye Girişimi ‘halkların kardeşliğinin izlerini sürmek, bir halkın varlığının nasıl diğerlerinin varlığıyla iç içe olduğunu göstermek, farklılıkların aynılığını sergilemek için yola düşülecekse en iyi yol bütün bu halkların masallarının izlerini sürmektir’ diyerek ‘Masalların Düğünü’ adı altında bir dizi etkinlik düzenlemişti. İlk etkinlik ‘Kurmançi Masal’dı.

İkinci etkinlik ise ‘Ermeni Masalı’ydı ve anlatıcı Agos gazetesinden Sarkis Seropyan’dı.

Bir yol hikâyesi

“Bana masal anlatılmadı” diye başladı Seropyan, “Bana anlatılan masal, tehcirde Karadeniz sahilinde başlayan, Eğin’de süren ve Malatya’da bir yetimhanede noktalanan bir yol hikâyesiydi. Annemin, anneannemin, teyzelerimin ve dayımın geçtiği yoldan bahsediyorum. Hep bunu anlattılar bana. Gece uyumam için ninni yerine bunu anlatırdı annem, anneannem. Sonra başka bir ülkede dayımı buldum. O da aynı masalı anlattı bana. Bu masalı size anlatmak istemiyorum, sizi üzmek istemiyorum. Çünkü gerçekten ağır bir masal.”

Seropyan’ın o akşam anlatmadığı masal 1900’lü yılların başında Gümüşhane’de
başlıyordu. Anne dedesi Paranok Avadisyan askeri doktormuş. İstanbul eşrafından bir adamın Hasköylü kızıymış anneannesi Zaruhi. Küçükken Rum okuluna gitmiş. Bu yüzden Gümüşhane eşrafı geceleri doktor Avadisyan’ın evinde toplandıklarında karıkoca aralarında Rumca konuşurlarmış; “Çayı demledin mi, kahve ikram ediyor musun” gibisinden.

1899’da evlenmiş Paranok ile Zaruhi. 1900’de Sarkis’in dayısı Bağdik doğmuş. 1908’de de annesi Nuart-Roza. Sonra küçük teyzeleri… 1915’te ‘tehcir’e başlarken Mutasarrıfın emriyle öldürülür doktor Paranok. Sarkis’in anneannesi Zaruhi, bir erkek, iki kız çocuğu ile birlikte sürgüne gönderilir.

Ermeni kafilesi Eğin üzerinden Suriye’ye doğru yola çıkarken Zaruhi en küçük kızını da komşuları ‘başefendi’ye bırakır.

Hayat kurtaran şaka

Kafile Eğin’e geldiğinde karakolda görevli polisler Zaruhi’nin Rumca konuştuğunu duyunca “Siz Rumsunuz. Bunu kanıtlayın, sürgünden kurtulun” derler. Bir telgraf çekilir Gümüşhane’ye. “Doktor Paranok Avadisyan’ın ailesinin Rum olduğunun işarı” diye.

Ancak cevap gelmez. Bu arada birlikte geldikleri kafile yola devam eder. Yalnızca Avadisyan ailesi kalır Eğin’de. Yani bugünkü Erzincan’ın Kemaliyesinde, Bu kez iki katı para ödenerek ‘cevaplı telgraf’ çekilir. Cevap ‘Evet Rum’dur’ diye gelir. Aslında karıkoca aralarında Rumca konuşurken doktorun evinde toplanan Gümüşhane eşrafının “Eşiniz Rum mu” sorusuna doktor Paranok’un şaka olsun diye verdiği ‘Evet’ yanıtı kurtarmıştır hayatlarını. Bir yıl kadar Eğin’de ağaçların arasında yaşarlar. Terk edilmiş evlerde buldukları yiyeceklerle karınlarını doyururlar.

Aile sonunda Malatya’daki Amerikan Yetimhanesi’ne yerleştirilir.

“Anneannem öğretmenlik yapmış orada. Annem daha küçük, yedi yaşında. Aile yetimhaneye yerleşince o sıralar 16 yaşında olan dayısı Bağdik ‘Beni almazlar’ diye ayrılmış yanlarından. Zaten annesinin ve kardeşlerinin de son görüşü bu olmuş. Annem yetimhanede protestan eğitimi almış. Ölene kadar da bu nedenle hep gece gözlerini kapatarak dua etti. Kendi evlatları yetmezmiş gibi Gürün tarafından gelen kafilede bütün ailesini yitiren bir kız da gelip anneanneme ‘Kimsem yok, ben senin kızın olayım. Çocuklarına bakarım’ demiş. Yola çıkarken en küçük çocuğunu komşuları ‘başefendi’ye bırakan anneannem de kabul etmiş bunu. Sonra İstanbul’a dönerlerken 1918’de Sivas’ta bir Ermeni usta ile evlendirmişler ‘sonradan olan’ teyzemi. O teyzem bana gerçek teyzelik yapmıştır. O ve çocukları öz akrabalarım gibi kalmıştır. O teyzem birkaç yıl önce Fransa’da öldü. Anneannem ile annem İstanbul’a döndükten sonra Mahmutpaşa’da trikotaj atölyelerinde çalışıyor anneannem.”

Öykünün burasında bir soluk alıyor Seropyan. “Anneannem hayatında kimseye beddua etmemiştir” diyor, “Bir tek kocasını ölüme gönderen mutasarrufa beddua etti. O adam da Cumhuriyet’in ilanından sonra İstiklal Mahkemesi’nde idama mahkûm edildi ve Beyazıt Meydanı’nda asıldı.”

Bulunamayan teyze

İstanbul Radyosu’nun kurulmasından sonra çok aramışlar, techcire giderken koşuları ‘başefendi’ye verdikleri küçük teyzelerini. ‘Başefendi’nin adıyla radyodan sürekli anons ettirmişler ama bulamamışlar.

Malatya’da yetimhanede ailenin yanından ayrılan dayısı Bağdik’in öyküsüne gelince…

“Dayım açıkgöz bir adam. Kaçak göçek, asker kıyafetleriyle Trabzon’a kadar gidiyor. Gemiye binip İstanbul’a kaçıyor. Zengin olan anneanesiyle dedesini bulacak. Ancak onlar bir süre önce ölmüşler. Köprü altında yatıyor. Sonra İstanbul’u işgal eden İngilizin yanında iş buluyor. Deniz motorunda çımacılıktan kaptanlığa kadar yükseliyor. Hatta Kurtuluş Savaşı’na katılmak isteyen Çerkez Ethem’i tekneyle İstanbul’dan Anadolu’ya kaçırıyor. İşgal orduları çekilirken ‘Sen de bizimle gel, yoksa başın belaya girer’ diyor İngilizler. O da Yunanistan’a gidiyor. Yani 25 yaşından sonra yeni bir hayat kuruyor kendisine Yunanistan’da. Hatta bu arada Yunanistan’a kaçan Çerkez Ethem gidip buluyor dayımı. Oturup konuşuyorlar.”

Bağdik, önce Anadolu’da, sonra da Yunanistan’da kendine iki ayrı yaşam kurduktan sonra bir üçüncüsünü daha gerçekleştirir.

Yunanistan’da işleri iyiymiş Bağdik’in. Kamyonları falan var. 1946’da Ermenistan nüfusunu artırmak için sınırlarını açınca satmış bütün malını mülkünü. Altına çevirmiş. O altınları da bir borudan yaptığı asasının içine doldurmuş. Ver elini Ermenistan…

Açlık, sefillik var Ermenistan’da. Her hafta bir altın bozdurup üçüncü bir hayat kuruyor kendisine. Anneannesinin ve annesinin bir daha göremediği dayısı Bağdik’i gidip buluyor Ermenistan’da Seropyan:

“Gidip oturdum karşısına. Bana anlatmasını istedim Eğin’de, Malatya’da yaşanılanları. Anneannemin, annemin anlattıklarını kelimesi kelimesine aynen tekrar etti bana sabaha kadar. Her şey aynen örtüşüyordu. Söz birbirliği yapacak halleri yok. Ama aynı şeyleri, neredeyse aynı kelimelerle anlatıyorlar yaşadıklarına ilişkin. Bu yüzden şimdi bana kimse yaşananların yalan olduğunu iddia etmesin.”

Yoksul bir ailenin çocuğu olarak Seropyan ortaokuldan sonra çalışıyor. Anneannesi ve annesi ile tek göz bir evde yaşıyorlar. Evi hizmetçilik yaparak geçindiriyor anneannesi. Bir buzdolapçının yanında başlıyor işe Seropyan. İşleri geliştikçe Tarlabaşı’ndaki tek oda yoksul evi, iki odalı, daha derli toplu bir konuta dönüşüyor. Sonra kendi işini açıyor Seropyan. Ama bu arada sürekli okuyor. Ermeni gazetelere yazılar yazıyor. Çeviriler yapıyor. 1995’te yani tam 60 yaşından sonra da gazeteciliğe başlıyor.

Başka öyküler de var

Seropyan’ın ‘anlatmadığı’ daha çok öykü var. O geceki ‘Ermeni Masalı’nı, aynı kaynaklardan beslenen farklı etnik kökendeki duyarlı insanların aynı duyguları hissedeceğini örnekleriyle çoğaltıyor Seropyan.

“Bin bir halkın bin bir masalıyla Anadolu’yu, onun bereketini, cömertliğini, zenginliğini anlatalım istedik” diyerek ‘Masalların Düğünü’ etkinliklerini düzenliyor Demokratik Türkiye Girişimi. Amaçları ‘Nasıl bir demokrasi istiyoruz’ sorusunun yanıtını Anadolu ve Mezopotamya halklarının sözlü tarihinin bir unsuru olan masallarda aramak, kültürel farklılıkları, bölen parçalayan değil esasen bu toprakların her bir damarı olarak vazgeçilmezliğini ortaya koymak ve bütün halkların eşit-özgür birliğini ‘birbirini anlama’ çabası etrafında yorumlama.

Sırada Yezidi, Çerkez, Arap, Laz, Türkmen, Zaza masalları var. Bunların sonrasında da Rum ve Yahudi masalları da olacak. Masallar anlatıldıkça, herkes ‘anlatılmayan masallar’ı da öğreniyor. Aynen Sarkis Seropyan’ın ‘anlatmadığı’ ama çocukluğunda hep ninni yerine dinlediği ‘masal’, daha doğru ‘yaşanmış acı bir gerçek’ gibi. Demek ki masallar birbirlerine değdikçe çoğalıyor!

Yorumlar kapatıldı.