İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

radikal: Cehennem Silahı: 5 Mel´in kırbacı

Fatih Özgüven

Bu espriyi ilk yapan ya da yapacak olan ben olmayacağım herhalde, ayrıca espri de yerinde mi bilmem; ama Mel Gibson’ın İsa filminin kırbaçlama sahnesini görünce insanın aklına hemen bu başlık geliyor. Son zamanlarda herhangi bir filmde bu kadar detaylı ve uzun bir kırbaçlama sahnesi görmedim (ayrıca neden göreyim, ayrıca S/M pornoları bile bunun yanında
çocuk oyuncağı kalır!) Gene de, Amerikalı profesörlerin sıkıcı ‘leke’leri ya da Vermeer tablolarının aynısını yapmayı marifet sanan ‘sanatsal’ filmden başkasını arz etmeyen bir haftada sözü edilebilecek tek
film, yarın gösterime girecek olan ‘İsa’nın Çilesi’ (‘Tutku’ değil tabii).

Dinle ilginiz olsun olmasın, İsa’nın hikâyesi elbette insanlığın en önemli hikâyelerinden biridir. Bütün büyük hikâyeler gibi ona da çeşitli anlamlar atfedilmiştir. Sinemada Pasolini, İsa’da saf, inanmış bir köylü görmüş, Scorsese onun insan yanınını, dolayısıyla tereddüdü vurgulamıştı. Mel Gibson’ın ise İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu konusunda en ufak bir kuşkusu yok. Onun İsa’sında sadece kaçınılmaz olan gerçekleşiyor. Bu, İsa’nın çilesini dümdüz, olduğu gibi okuyanları memnun edecek, sert, ödünsüz ve evet, bağnaz bir film. Yapı olarak, kısa, işlevsel geri dönüşler dışında neredeyse klasik tragedyanın yer-zaman-olay birliğine sahip olan Gibson İsa’sının gerçekten güçlü yanı, kırbaç sahnesinde de olduğu gibi, çarmıha gerilme olayının deyim yerindeyse son derece teknik ve ayrıntılı olarak anlatılışı. Filmin derdi, insanda vücut bulmuş Tanrı’nın oğlu olsun ya da olmasın, bir Roma kolonisinde politik ve cemaatsel dengeler sonucu ölüme mahkûm edilmiş birini nasıl değişik kırbaçlarla kırbaçlarlar, dikenlerden tacını başına saplar, çarmıhını sırtına yükler, yola koşarlar, insanlıktan çıkıncaya kadar iter kakarlar, yolda çarmıhını taşıyamaz hale gelince yoldan geçen başka birine taşıtırlar, sonra o çarmıha bağlar, bileğini kırar, eline, ayaklarına çivileri nasıl çakar, çarmıhı nasıl dogrultup yerine dikerler, bir bir göstermek.

Neticede, bu İsa, kanlar içinde bir et yığınına dönüşüyor. Ama bu arada filmin kuvvetli yanı da zaafa dönüşüyor, ‘realizm’ bindiği dalı kesiyor. İnanan, inanmayan birçoklarını hikâyeye tahammül ettiren, hatta cezbedici kılan ‘merhamet’, ‘compassion’ yok bu anlatılışta. İsa’sı şiddetle inanmış, Magdalena’sında en ufak bir ‘aşk’ iması olmayan, Meryem’i ölçülü, Petrus’u olması gerektiği gibi, Yuhanna’sı sadık ve efendi. Bu İsa o derece kararlı ve haklı bir kurban ki, göz ister istemez ‘kötü adamlar’a kayıyor. Romalı komutanın ikilemini, karısının Meryem’le Magdalena’ya bezi getirişini, son anda İsa’nın kanıyla imana gelen Romalı askeri, çocuk kılığında cinler tarafından kovalanan ve kendini asan Yahuda’yı daha bir hatırlayacaksınız. Ve tabii sinsi bir androjen kılığında herkesin arasında dolaşan Şeytan’ı.

O kadar şiddet, o kadar kan, o kadar kırbaç altında İsa’nın bir karakter olarak özdeşilebilirliği ortadan kalkıyor. (Oysa Batı tiyatrosunun yeniden dirilişinde İsa’nın çilesinin temsili önemli bir rol oynar.) Nasıralı, kanlı bir et yığını halinde kaçınılmaz sona doğru yol alırken, seyirci insanlık için ölmüş birinin değil, Mel’in ve Arnold’un ve malum ekibin süper kahraman hikâyelerinin mekanik, tekrara dayalı şiddetinden başka bir şey görmez olduğunu düşünüyor. İsa’nın dirilişi sahnesinde ‘Terminatör’ absürdüne dönüşen bu hal, Gibson İsa’sının bütün ayrıntı mükemmeliyetine rağmen, nihai olarak yüreklerimizi ‘ısıtmayışının’ sebebi. Bir İsa filminde en karizmatik karakter Şeytan olacaksa, İsa’nın çilesini filme almanın ne anlamı var? Mel’in ilişki kurulamaz İsa’sının ve onun kanlı hikâyesinin esas problemi bu. Belki kaba sofu Hıristiyanlığın esas problemi de tam da budur.

Yorumlar kapatıldı.