Herkesin malumu olduğu üzere Kara Kuvvetleri Komutanlığı çıkışlı olduğu
belirtilen ve bazı kaymakamlıklara gönderilen formlarda çeşitli gruplar hakkında
bilgi toplanması isteniyor ve bu gruplara mensup olanların da fişlenmesi talep
ediliyordu. Yapılan resmi açıklamalarda ise söz konusu işlemlerden maksadın,
çıkabilecek olaylar hakkında önceden gerekli istihbarata sahip olmak ve bu
sayede olayların önüne geçebilmek olduğu belirtildi.
Yapılanların her ne kadar il idaresi kanununun ilgili maddelerine dayanılarak
yerine getirildiği ifade edildiyse de, söz konusu işlemin en başta ciddi hukuki
bir dayanaktan, ancak ondan öteye demokratik teamüllerden yoksun olduğu da
gözlerden kaçmadı. Bundan dolayıdır ki, yapılmaya çalışılan bu fişleme
operasyonu kamuoyunda hangi ideolojik görüşten ve siyasi çevreden olursa olsun,
bir iki marjinal istisna dışında hemen herkesten tepki gördü.
Özellikle medya tarafından demokratik ve açık bir toplumda olması gerektiği
şekilde hemen her yönüyle ele alınan ve eleştirilen, buna karşın Ankara’daki
siviller tarafından sessizlikle karşılanan ya da şaşkınlıkla karışık bir
görmezden gelme hali içerisinde geçiştirilmeye çalışılan bu operasyonun muhatabı
olan kesimler arasında neredeyse yok yoktu demek abartılı olmayacak. Türkiye’de
faaliyette olması mümkün olmayan Ku Klux Klan gibi örgütlerden, internet
gruplarına değin pek çok kesimi izlenmesi gereken gruplar içerisinde
değerlendiren bu genelgenin, ilgi alanında olan gruplardan bir tanesi de
kendisini azınlık olarak görme eğiliminde olanlardı. Bu kategoriye de, değişik
zamanlarda Türkiye’ye göç etmiş ya da bu topraklarda yüzlerce yıldır var
olagelmiş Boşnaklar, Arnavutlar, Lazlar ve Romanlar gibi değişik etnik guruplar
dahil edilmişti.
Kim azınlık olmak ister?
Genelge kendisini azınlık olarak görme eğiliminde olanlar ibaresiyle bugünkü
Türkiye’yi oluşturan etnik renklerden bazılarına (belki de tümüne) işaret ederek,
kendi anlayışınca bir soruna parmak basıyordu. Ne var ki, asıl sorun da işte tam
bu noktada başlıyordu. Bugüne kadar kendilerine azınlık gözüyle bakılmamış (farklı
nedenlere bağlı olarak Romanları ayrı tutarsak) olan gruplar, acaba bu saatten
sonra kendilerini neden dolayı azınlık olarak görmek isteyeceklerdi? Çoğunluğun
haklarına sahipken ve bugüne kadar da herhangi bir ayrımcılığa tabi
tutulmamışken şimdiden sonra hem de gönüllü olarak neden çoğunluk statüsünden
azınlığa geçmek istesinlerdi?
Her vesileyle aksini iddia etsek de, hepimiz biliyoruz ki bu dünyadaki en zor
şeylerden birisi de bir ülkede azınlık olarak yaşamak zorunda kalmaktır. O ülke
demokratik kurallara, insan hak ve hürriyetlerine, uluslararası sözleşmelere ne
kadar saygılı ve bağlı olsa da, bir ülkede azınlık olarak yaşamak her zaman için
ihtiyatlı olmayı, o ülke çoğunluğunun
değerlerine, inançlarına, toplum nezdinde meşruiyet kazanmış tüm kurallarına
saygılı olmayı ya da en azından edilgen bir tavır benimsemeyi zorunlu kılar.
Aksi davranışların sorunları ve gerilimleri davet etmekte gecikmeyeceği pek çok
örnekten bilindiği üzere aşikârdır.
O zaman bu soruna, söz konusu genelgeye yeniden, özellikle de onun arka
planındaki mantığa bakarak bir açıklama getirebiliriz. Kanaatimizce genelgeyi
hazırlayanların aslında kastetmek istedikleri olgu, çoğunlukla aynı haklara
sahip olan kimi etnik grupların azınlık statüsünü kazanmaya çalışmaktan ziyade,
günümüzün küreselleşen ve küreselleştikçe yerel değerleriyle daha bir
belirginleşen dünyasında kendi kültürel değerlerine sahip çıkma isteğinden
duyulan rahatsızlık olsa gerek. Yani sorun kimsenin azınlık statüsü talebinde
bulunmasından değil de, sadece kendi kültürünü, dilini ve doğal olarak
geleneklerine dayalı bir yaşam biçimini yaşatma ve dolayısıyla da bunu tüm
toplum nezdinde görünür kılma talebinden kaynaklanıyordu.
Hangi etnik gruplar?
Genelgede adı zikredilen gruplara bakıldığında bir kısmının Balkan kökenli
olduklarını, bir kısmının da daha önce Rumların yoğun olarak yaşadıkları ve
Pontus olarak adlandırdıkları Doğu Karadeniz bölgesini işaret ettiğini görürüz.
Ve konuya bu açıdan baktığımızda taşların da yavaş yavaş yerli yerine oturduğunu
görürüz. Çünkü işaret edilen gruplar ve geldikleri bölgelerin sahip olduğu çok
kültürlü, çok dinli ve dilli yapının, Türkiye’de İttihat ve Terakki’den bu yana
yerleşmiş olan yargılar dolayısıyla çok da hoş karşılanır bir şey olmadığını
görürüz. En azından göz ucuyla da olsa dikkat edilmesi gereken olgular olduğunu
fark ederiz.
Bu hoş karşılanmamanın geçmiş dönemlerde kimi zaman yüksek sesle de ifade
edildiğini ve konunun sadece izlenmekle kalmayıp bilinçli kampanyalarla
kamuoyunun önüne taşındığını da görürüz. Özellikle de Osmanlı’nın dağılması
sonrasında mübadele ile Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Rumeli kökenlilerin ve
değişik dönemlerde onları takip eden diğer Balkan göçmenlerinin, aslında azınlık
olmak ya da ayrılıkçılık izlenimi verecek bir yaklaşımları olmamakla birlikte
her zaman için dikkatle izlendiklerini biliriz.
Hatta kimi zaman Nihal Atsız’ın kırklı yıllarda yazdığı "Orkun" ve
"Tanrıdağ" gibi dergilerde de dile getirdiği üzere, Rumeli kökenliler devleti
yönetmesi sakıncalı olan kitleler arasında zikredilmişlerdi. Gerekçe olarak da,
Türk olmayan unsurlarla uzun süre bir arada olmaları dolayısıyla saflıklarını
kaybettiklerini ve bu sebepten ötürü devleti yönetecek konuma gelmelerinin
sakıncalı olduğunu belirten Atsız, devleti yönetecek saf Türklerin adresini de
Sivas’ın batısında kalan bölge olarak vermiş ve bu kişilerin de en azından üç
kuşaktan bu yana safkan Türk olduklarının ispatlanmasının gerekli olduğunun
altını çizmişti. Son kertede eğer bunlara dikkat edilmezse Türkiye
Cumhuriyeti’nin sonunun da tıpkı devşirme yöneticilerin elinde kalan Osmanlı
Devleti gibi olacağı hükmünü vermekten de geri durmamış ve önerisini tek bir
cümlede özetlemişti: "Devleti başında halis Türkler bulunmalıdır."
İşte buradan hareketle acaba diyoruz, sürekli bizi parçalamak isteyen dış güçler
ve onlarla beraber hareket eden yerli işbirlikçilerin varlığından yola çıkan bu
tarihi anlayışın günümüzdeki yeni bir versiyonu ile mi karşı karşıyayız? Ya da
bir zamanlar olması hayal bile edilemeyen AB giderek bize yaklaştıkça, etkin
konumlarını kaybedeceklerini düşünen bir takım çevrelerin o bildik temcit
pilavını yeniden ortaya sürdüğü bir sofranın mı başındayız? Ya da bütün bunlar
tek parti devrinde kaldığını sandığımız argümanlar vasıtasıyla bizlere yapılmış
birer şaka mı? Dileriz öyledir, ama değilse bilin ki durum birçok açıdan
vahimdir.
Yorumlar kapatıldı.