İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

ERMENİ ‘SORUNU’ VE ‘TARAFSIZLIK’

‘Naiflik iktidarı paylaşanların sıkça kullandığı bir mazerettir. Mağdurlar
için ise naiflik her zaman bir hatadır.’ Michel-Rolph Trouillot

Son yıllarda akademik-aydın çevrelerde yargı-bağımsız, bilimsel, objektif
bakış çokça eleştirilmiş olsa da liberal duruşu karakterize eden ortacılık,
tarafsızlık yaklaşımı halen ideolojik gücünü korumaktadır. Liberal duruş ne bu
tarafın ‘aşırılığını’ benimser, ne de diğer tarafın. O ‘Orta’da, her iki uca da
eşit uzaklıkta, nötr bir noktada durduğunu iddia eder; uzlaşmaz iki kutup
arasında en makul çözümü temsil ettiğini söyler.

Geçtiğimiz haftalarda Radikal İki’de “Ararat” filmi üzerine yayımlanan Nuh
Köklü ve Ayşe Hür imzalı iki yazının kabaca böyle bir liberal duruşla
yazıldığını söyleyebiliriz. Her iki yazı da orta konumlarını oluştururken, aşırı
uçlardan birine Türk resmi tarih tezini, diğerine de Ermeni ‘propagandasını’
koyuyor. İki yazı da aşırı uçları eleştirip, ‘Orta’dan bakışın işaret ettiği
barış ve uzlaşma yollarını gösteriyor. Köklü ve Hür’ün ortak temel
eleştirilerini kısaca sıralarsak: aşırı uçlar tarihsel gerçeklik adına geçmişi
manipüle edip bugün üzerinde yapay gerginlikler yaratıyor, topyekün bir milleti
geçmişe, önyargılara hapsediyor ve bütün meseleyi resmi düzeyde “soykırım
olmuştur, olmamıştır” tartışmasına indirgiyor. Bu açmazdan kurtulmak için
önerilen yol ise artık geçmişle uğraşmayı bir kenara bırakıp bugüne ve geleceğe
bakmak.

Ancak liberal duruşun sorunu tanımlama biçimi ve önerdiği çözüm, özellikle
Türkiye koşullarında, barışçıl ve adil olmaktan uzaktır. Çünkü tarihsellik ve
toplumsallıkla ilgili dayandığı varsayımlar problemlidir. Liberal duruş hem
tarihselliği, hem de toplumsal yargı ve algılayışları, ‘aşırı uçlar’ın iradi
kontrolü altındaki önyargılardan ibaret görür. Bir başka deyişle bütün meseleyi
basit bir tartışma platformuna, tartışan tarafların bilinç ve irade problemine
indirger. Oysa geçmişe ilişkin bilgi, bilincin kendi otonom dünyasında üretilen
ve iradeyle kontrol edilebilen bilgi olmaktan ziyade kurumsallaşmış söylemsel
pratiklerle yeniden üretilip süreklilik ve toplumsallık kazanan, toplumsal
davranışlarımıza ve ilişkilerimize şekil veren bilgidir.

Örneğin, Türk ulusal kimliğinin oluşumunu ele alalım. Her modern ulus kimliği
gibi Türklük de kendini tarihsellik üzerine kurar. Yani geçmişini kurgulayış
biçimi kendini nasıl görüp yaşadığını ve Türk olmayanı nasıl algılayıp, onunla
ne tür bir ilişki kurduğunu etkiler.

Türk ulusal tarihi yazımında en önemli referans noktası hiç şüphesiz Kurtuluş
Savaşı olarak bildiğimiz dönemdir. Bu savaş, Türk ulusunun ‘yeniden doğduğu en
saf, en kutsal, en dokunulmaz anı’ simgeler. Oysa hiç bir savaşın ve hiç bir
ulus devlet inşaa sürecinin saf, kutsal olamayacağı, zaferlerini birilerinin
acılarına karşı kazandığı aşikardır. Türkiye gibi imparatorluğun çok etnik
yapılı mirası üzerine tek bir etnisite temeline dayalı ulus anlayışını
dayatmanın diğer etnik gruplar için bedeli ağır olmuştur. Sadece 19. yüzyıl
sonundan cumhuriyetin ilk yıllarına Anadolu’nun etnik kompozisyonundaki dramatik
değişikliğe bakmak bile ulus devlet inşaa sürecinde bu topraklarda yaşanan
acının boyutları hakkında yeterince fikir verir. Bu dramatik değişikliğin bir
parçası da Ermenilerin kitlesel olarak yaşadığı kıyımdır. Her ne kadar bugünden
bakışla ‘çetecilik, isyan, Ruslarla işbirliği’ gibi gerekçelerle
meşrulaştırılmaya çalışılsa da, bu sayılan gerekçelerle hiç bir ilgisi olmayan
yüz binlerce Ermeni sırf Ermeni oldukları için öldürülmüş ya da göçe
zorlanmıştır.

Cumhuriyetten günümüze hakim ulusal tarih yazımı, ne yazık ki Türk ulusunun
varlığını ve onurunu bu acıların inkarı, acı sahiplerinin düşmanlaştırılması ve
ait oldukları topraklardan yabancılaştırılması üzerine tanımlamıştır. Yüzlerce
yıl üzerinde müşterek olarak oturulan toprak ezeliyetten ebediyete mutlak ve saf
Türk olarak tasavvur edilmiştir. Ermeniler ve diğer gayrimüslimlerin bu
toprakların ‘gerçek’ sahibi olmadıkları, imparatorluk zamanında da Türk
hoşgörüsüyle Türk toprağında yaşamalarına izin verildiği, onların ise bu
hoşgörüye hainlikle cevap verdiği öne sürülmüştür.
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, hakim ulusal tarih anlatısının kitabi
bilgi olmaktan öte cumhuriyet sonrası nesillerin içinde sosyalleştikleri ve
toplumsal pratikleriyle yeniden ürettikleri bilgi olmasıdır. Bu süreçten geçen
sokaktaki vatandaş, önceki paragrafta bahsettiğim fantezi savları doğal birer
gerçek gibi sorgulamadan kabul eder, ait olduğu ulusu ve ‘diğerlerini’ de bu
savlar temelinde aynı ‘doğallıkla’ algılar ve yaşar.

Ancak bu fantezi ‘doğallıkta’ ısrarcı olmanın hastalıklı bir benlik anlayışı
yaratması kaçınılmazdır. Çünkü illaki bir yerlerden bir şekilde ‘diğerlerinin’
bu coğrafya ve geçmiş üzerindeki izleri hatırlatılır. Bu ninelerimizden
dinlediğimiz hikayelerle olabilir, ‘diğerlerinden’ kalan kültürel eserlerle
olabilir, ya da az sayıda da olsa T.C. vatandaşı gayrimüslimlerin bizzat
varlıklarıyla olabilir. Ne yazık ki bugüne kadar bu hatırlatmalar paranoyik bir
şekilde ulusal varlığa ve ‘onura’ karşı tehdit olarak algılanmış, artan bir
sertlikle reddedilmiştir. Bu nedenledir ki bugün T.C. vatandaşı Ermeniler, bu
topraklarla ilgisi olmayan, Anadolu’ya dışardan yerleştirilmiş tehdit unsuru
‘yabancılar’ olarak algılanır, potansiyel düşman ve hain olarak görülür.

Yazımın eleştiri konusu olan liberal duruşa dönersek, öncelikle mesele,
liberal aydının kendisini ortasına yerleştirebileceği simetrik, zıt iki ucu olan
bir mesele değildir. Aksine oldukça eşitsiz bir durum söz konusudur. Taraflardan
biri müşterek topraklardan hemen hemen tamamen silinmiş, diaspora olarak
dünyanın dört bir yanına dağılmıştır. Diğer tarafı temsil ettiğini öne sürenler
ise bu toprak üzerine müşterekliğin inkarı temelinde sadece kendi tarafları
adına bir devlet kurmuştur. Eşitsizliğin bir ayağı budur. Diğer ayağı da bugün
Türkiye Ermenilerinin içinde bulunduğu sürekli travma halidir.
Geçmişi bir kenara bırakma meselesine gelince, bu özellikle T.C. vatandaşı
Ermeniler açısından pek mümkün değildir. Çünkü onlar sorunun mağdurluğunu
tarihsellik ve toplumsallık içerisinde sürekli olarak yaşarlar. İsteseler de
geçmiş yakalarını bırakmaz. İsteseler de ‘Ermeni dölü’ olmaktan kurtulamazlar.

Sorunu ve eleştirel konumumuzu bu şekilde tanımladıktan sonra elbette
varlığını Türk düşmanlığı temelinde kuranları da -bunu Hür’ün yaptığı gibi bütün
diaspora Ermenilerine maletmeden-, meseleyi salt hukuksal bir terime
indirgeyenleri de eleştirmemiz gerekir. Ancak adil ve kalıcı bir çözüm,
öncelikle içinden konuştuğumuz ‘Efendi’ konumunu, yaşadığımız ulus devletin
varsayımlarını sorgulamayı gerektirir. Gelecek adına geçmişi bir kenara
bırakmaktan ziyade bugünde yaşayan geçmişle yeniden yüzleşmeyi, Ermenilerin bu
topraklarla olan bağlarını kabullenmeyi gerektirir. Ermeni dostlarımız
karşısında sessiz kalmak yerine ninelerinin, dedelerinin hikayelerini dinleyip,
acılarını paylaşmayı gerektirir.

Yorumlar kapatıldı.