İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ayşe Hür: Ararat´ı atlattık ama Ermeni meselesi hâlâ duruyor

Atalarımız adına değil kendi adımıza konuşmalıyız, çünkü “bugün” ve “gelecek” tarihten daha önemli

AYŞE HÜR

”Ararat” filmini göremeyeceğimiz neredeyse kesinleşti. Halk adına kendilerini sansür heyeti olarak atayan bir grup filmi izledi ve “insan kendi ülkesinde kendine sövdürür mü?” dedi. Dağıtım şirketi de tepkileri göze alamadı. Neyse tartışmayı ertelemeyi başardık, 24 Nisan’a kadar rahatız! Gerçi filmin “Schindler’in Listesi”nin Ermeni versiyonu olmadığı söyleniyordu ama bunu öğrenemeyeceğiz. 1898- 1915 arasında Protestan misyonu adına Merzifon, Harput ve Van dolaylarında görev yapmış Amerikalı Dr. Clarence D. Ussher’ın 1917 yılında yayınlanan anılarından hareketle çekilen filmde doğrudan “soykırımı” anlatmak yerine günümüzde Kanada’da yaşayan ikinci hatta üçüncü kuşak Ermeni ve Türklerin “soykırıma” bakışları, bu konunun etrafında kimlik arayışları ve tarihsel travmaların genç kuşaklara yansıyışları anlatılıyormuş. Filmde “Kolektif kimlik-kolektif bellek nedir?”, “Biz kimiz?”, “Tarihten ne kadar sorumluyuz?”, “Tarihi ne kadar doğru olarak yansıtabiliriz?”, “Geçmişi bırakıp sadece bugünü yaşamak mümkün mü?” gibi sorular soruluyormuş. Ama Egoyan “soykırım” dehşetinin bugünkü mirasçılar üzerinde üretmeye devam ettiği acılı dalgaları tasvir ederken kendini “tarihsel doğruları ispat etmek” dürtüsünden kurtaramadığı için eleştirildi. Doğru sorular sorduğu, ama onlara verdiği cevapları katliamlar, kopan kelleler, ırzına geçilen, diri diri yakılan kadınlar, öldürülen çocukların yer aldığı vahşet sahneleri ile bulandırdığı ileri sürüldü. Filmi sansürleyenler kafalarını kuma gömerek bu sorundan kurtulduklarını sanıyorlar. Halbuki görmesek de, duymasak da, düşünmesek de, konuşmasak da “Ermeni Sorunu” tam 88 yıldır öylece duruyor. Böyle giderse durmaya da devam edecek. Peki neden duruyor, neden bir türlü yol alamıyoruz? Bunun yanıtı aslında Atom Egoyan’ın sorduğu sorularda saklı.

“Ben” ile “biz”i ayıramıyoruz

Bugün bütün tartışmalar “Türkler” ve “Ermeniler” başlığı altında yürütülüyor. Ermeniler ve Türkler tarihsel olarak yaratılmış kategorilerdir ve kolektif kimlikler bazı yapıştırıcılara ihtiyaç duyar. Pek çok topluluk tarihten en çok kendilerine yapılan kötülükleri, çektikleri acıları hatırlarlar ve acı en iyi yapıştırıcılardan biridir. Belki “onlar” da başkalarına acı vermişlerdir ama onları anımsamazlar, üzerinde düşünmek bile istemezler. Çünkü bu, sıkıntı ve utanç verici bir şeydir. En iyi ihtimalle “ama önce onlar yaptı” ya da “her şey karşılıklı yapılmış” derler. Reddedişin şiddeti, bireyin kendini toplumla özdeşleştirmesinin derecesine göre artar. Bu yapılan aslında olayları kolektif kategorilerle ele alarak “ben” ile “biz” arasındaki ayrımı gözardı etmektir. Burada devreye sterotipleme denilen tavır girer ve kendilerini sürekli olumlu terimlerle tanımlayan gruplar “biz daha akıllıyız”, “biz daha adiliz”, “biz daha asiliz”, vb. gibi kavramlarla düşünürken, öteki tarafı “cani”, “hain”, “kadir, kıymet bilmez”, “iftiracı” vb. olarak tanımlarlar. Böylece örneğin “Türkler” barbarlaşırken, “Ermeniler” hainleşir ya da biri “efendi”, diğeri “mazlum” olur.

Öte yandan “geçmişin suçlusu veya haini kim?” sorusuna yanıt vermek bugünkü grup kimliklerine bakarak mümkün olmayacağı için kolektif kimliklere aslında bireylere atfedilebilecek kavramlarla yaklaşırız. Böylece “ihanet”, “nankörlük”, “suç”, “katil”, “gaddar” gibi bireysel kavramlar koskoca bir toplumu niteler hale gelir. Halbuki tarihte “Türkler” ya da “Ermeniler” kolektif kimlikler olarak bir şey yapmamışlardır. Eylemleri yapanlar bu kimlikler adına hareket ettiğini düşünen hükümetler, partiler, çeteler, örgütler, çevreler, kişilerdir. Mesela Ararat filmi tarihsel olarak Türkleri Ermenilere karşı büyük suçlar işlemekle suçluyormuş. Bu suçlamanın tonunun Türklerin büyük bir kısmını kişisel olarak savunmaya yöneltecek denli şiddetli olduğu anlaşılıyor. “Kim üyesi olmakla gurur duyduğu bir toplumun katiller sürüsü olarak tanımlanmasına razı olur, böylece biz de katillerin torunu olmaz mıyız?” diye düşünüyoruz. İşte yine “bireysel kimlik” ile “kolektif kimlik” birbirine karışıyor. Peki suç bireyselse, soykırım gibi kitlesel suçlarda da bireyleri mi suçlamalıyız? Uluslararası hukuk böyle durumlarda suçluların ait oldukları toplumların kolektif sorumluluğundan söz ediyor. Nitekim bugün uluslararası arenada Türkler “suçlu” oldukları için değil, örneğin 1919-1921 yılları arasında İstanbul, Yozgat ve Trabzon mahkemelerinde pek çok kişinin suçluluğu, devlet organlarının rolleri, vs TC devlet arşivlerinde bulunan yüzlerce belgeyle tespit edilmişken, bu olayların oluşundaki kolektif sorumluluğu “tartışmaya yanaşmamış” olmaktan dolayı eleştiriliyor.

Bir şeyleri karıştırıyoruz

Geçmişin buzdolabında dondurularak bugüne taşındığını düşünüyoruz. Halbuki o günlerdeki sosyal, ekonomik ve politik koşullar bugünkülerden çok farklıydı. Örneğin İttihat Terakki’nin ya da Taşnak komitacılarının politikaları artık söz konusu değil, artık ortada bir Osmanlı İmparatorluğu yok, Ermenilerin bir devleti var, vs. Ama biz geçmişle bugünün “aynı olmadığını” fark etmiyoruz. O günün kurbanları ve suçluları ile bugünün bireyleri arasında sanal bir soyağacı yaratıyoruz. Bir de “tarihsel gerçekliğin” açıklığa kavuşturulmasıyla meselenin hallolacağını düşünenler var. Aslında bu konuda tarihsel gerçekliği öğrenmek pek kolay değil çünkü dönemin belgeleri değişik dillerde olup değişik ülkelere dağılmış, çoğu henüz tercüme edilmemiş, kataloglanmamış veya araştırmacıların hizmetine sunulmamış. Türkiye’deki belgeler ise hem eski dilde hem de devletin sıkı sansürü altında. Dönemin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi’ler ile 1919-1922 yılları arasındaki gazetelerinin bazı sayıları, İttihat ve Terakki Partisi Merkez-i Umumisi’nin, Teşkilat-ı Mahsusa’nın, Harbiye ve Dahiliye nezaretlerinin bazı evrakları da ortada yok. İstanbul’da, Yozgat’ta ve Trabzon’da görülen davaların tutanakları da henüz yayınlanmadı. Ama bütün bunlar aşılabilir ve “tarihsel gerçeklik” bir ölçüde açığa kavuşturulabilir. Peki mesele hallolur mu? Bizce hayır, çünkü tarih her zaman geçmişte “gerçekten” ne olduğu demek değildir. Tarih, geçmişin bugünkü kavramlarla, bugünkü terimlerle, bugünkü ilişkiler bağlamında yeniden inşa edilmesidir. Yani bir kişi eğer karşısındaki ile tarihi tartışıyorsa aslında yaptığı bugünü tartışmaktır. Nitekim bugün “Türkler” ve “Ermeniler” aynı tarihsel olayları bambaşka birer anlatı içinde ele alıyorlar. Tartışma esas olarak kim daha suçlu, kim daha çok acı çekmiş meselesi etrafında dönüyor, amaç tarafların birbirine üstünlük sağlaması gibi görünüyor. Bu bağlamda Türkiye’de devletin resmi politikası sansüre ve katı bir inkara dayandığı için Ermeniler öfkeden deliye dönüyorlar. Karşı tarafta ise bütün enejisini TC’ye “soykırım” olduğunu kabul ettirmeye hasretmiş ateşli bir Ermeni diasporası var. Bugün dünyanın dört bir yanına dağılmış Ermeniler için artık ortak bir dilden, ortak bir kültürden, ortak bir gelecek tasavvurundan söz edilemez ama ortak bir Türk düşmanlığından söz edilebilir ki bu da Türkleri derinden yaralıyor.

Sorunun çözümünü, yani iki toplum arasındaki tarihsel düşmanlığın yerini barış ve güvenlik ilişkilerinin almasını istiyorsak işe bir zihniyet ve paradigma değişimiyle başlamalıyız. Ben ile bizi, geçmişle bugünü, tarih yazıcılığıyla tarihi birbirinden ayırmalıyız. Konuyu resmi politikalar ekseninde tartışmaktan vazgeçmeli, devletlerle değil sivil toplumlarla konuşmalıyız. Olumsuz ve militarist bir dille değil olumlu bir terminolojiyle ele almalıyız. Atalarımız adına değil kendi adımıza konuşmalıyız, çünkü “bugün” ve “gelecek” tarihten daha önemli. Böylece önce gerçeği, sonra affetmeyi öğrenebilir, ardından adaleti ve barışı sağlayabiliriz. Beni, bizi, TC’yi başkalarının ne yaptığı ilgilendirmemeli,
ilk adımı biz atmalıyız. Çünkü bu sorunu açık yüreklilikle tartışmak Türkiye için demokratikleşme meselesidir.

Yorumlar kapatıldı.