İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

radikal: Halkın iradesi çözüm değil

NİKOLAS K. GVOSDEV

Kıbrıslı Türklerin sandık başına gittiği 14 Aralık parlamento seçimlerinden çıkan sonuç, zorlu etnik çatışmaları çözmenin en iyi yolunun demokrasi olduğunu canı gönülden savunanların canını sıkmış olmalı. Ve Saddam Hüseyin’in dramatik yakalanışına dair haberlerin gölgesinde kalan bu seçimin, ABD’nin ‘Ortadoğu’yu genel anlamda istikrara kavuşturma’ çabalarının geleceği üzerinde gayet dramatik bir etkisi olabilir.

Böyle küçük bir seçmen topluluğu (Kıbrıslı Türklerden ve Anadolu’dan gelen yerleşimcilerden menkul 140 bin insan), Doğu Akdeniz’deki gelişmeler üzerinde nasıl bu denli büyük bir etki yapıyor? Kıbrıs (en azından adanın, uluslararası planda tanınan Lefkoşa’daki yönetimin kontrolü altındaki bölgeleri) mayıs ayında AB’ye girecek. Kıbrıs’taki bölünmüşlüğü daha da kalıcılaştırmaktan kaçınmak ve adadaki her iki toplumun AB’nin nimetlerinden yararlanmasını sağlamak için, adayı birleştirmek yönünde dört koldan çaba gösterildi. Türkiye, Kıbrıslı Türk ayrılıkçıları desteklemek için cömert mali yardım gönderiyor ve adada fiili bölünmüşlüğü sürdüren 30 bin asker bulunduruyor.

Bu yüzden Türkiye’nin, AB üyesi bir ülkenin gönülsüz bölünmüşlüğünü desteklediği ve teşvik ettiği sürece, kendi AB üyeliği başvurusunda ileriye gitme şansı çok az veya hiç yok. BM Genel Sekreteri Kofi Annan, iki bölgeli, iki toplumlu bir federasyon dahilinde birleşik bir Kıbrıs öngören bir plan ortaya koydu. Plana göre Kıbrıslı Rumlar birleşmiş bir adaya sahip olacaklar, bazı bölgelerin kontrolünü de tekrar elde edeceklerdi; Kıbrıslı Türkler ise, özerkliklerini sürdürmek için tanımlanmış ve garanti altına alınmış bir bölgesel mevcudiyet kazanacaklardı.

Ve AB üyeliği gerçekleştiğinde Kıbrıslı Türkler, üyeliğin getirdiği bütün avantajlardan yararlanacaklardı; buna AB dahilinde istenilen her yerde yaşamak veya çalışmak, yanı sıra AB’nin cömert yardım paketlerinden faydalanmak da dahildi.

Denktaş’ı aşmak gerek

Fakat çözümle ilgili bir sorun vardı: Kıbrıs Türk lideri Rauf Denktaş planı müzakere zemini olarak kabul etmeyerek, adada gevşek bir konfederasyon temelinde iki egemen devlet olması görüşünde ısrar etti. Böylece umutlar 14 Aralık seçimine bağlandı. Kıbrıslı Türkler sandığa gidecek, AB üyeliğinin faydalarını ve taahhüt edilen 255.6 milyon dolarlık acil kalkınma fonunu göz önünde bulundurarak, iki muhalefet partisine (Cumhuriyetçi Türk Partisi ile Barış ve Demokrasi Hareketi) oylarını vereceklerdi. Böylece Annan Planı temelinde adanın birleştirilmesi için müzakerelere tekrar başlanması yönünde irade beyan edeceklerdi.

Adanın AB’ye resmen katıldığı süreçte yeni bir anayasal düzenleme yapılacaktı. Türkiye’nin AB adaylığı önündeki en büyük engellerden biri de kalkmış olacaktı böylece. Bunun ardından Kıbrıs’ta başarılı bir anlaşmayı, Balkanlar’daki ve Karadeniz havzasındaki diğer sorunlu bölgelere ihraç etmek mümkün olabilecek, böylece gerilim azaltılacak ve önemli enerji nakil hatlarının güvenliği sağlanacaktı.

Ne var ki demokrasi yanardöner bir şey. Muhalefet bloku, Ulusal Birlik Partisi ve Demokrat Parti’nin oluşturduğu koalisyon hükümetini küçük bir farkla (yüzde 48’e yüzde 46) geride bırakabildi. Ancak her iki blokun milletvekili sayıları eşit çıktı (25-25). Eğer bir hükümet kurulamazsa, iki ay içinde yeniden seçimlere gidilmesi söz konusu. Kıbrıslı Türk seçmenler karışık bir mesaj verdiler: AB üyeliğini ve Rumlarla birleşmek için bir anlaşma yapılmasını istiyorlardı. Fakat ayrı devlet özlemlerinden tümüyle vazgeçmek de istemiyorlar, kendilerini, bireysel ve ortak haklarının başlıca garantörü olarak Ankara yerine Brüksel’i kabul etmeye hazır hissetmiyorlardı.

Kuzey Kıbrıs’taki seçimler, Irak’ta Sünniler, Şiiler, Kürtler ve diğerleri bir kez kendi çıkarlarını koruyacak temsilcileri doğrudan seçmeye başladıklarında neler olacağının da habercisi. Mülkiyet dağılımı, petrol kaynaklarının denetimi ve eski rejim tarafından zorla yurtlarından sürülmüş insanların akıbeti gibi büyük sorunlar hâlâ çözümden uzak.

Bu yüzden üzerinde uzlaşılmış ulusal bir mutabakatın yokluğunda, birçok seçmen birinci elden çıkarlarını muğlak garantilere feda etmek istemeyecek.

Bütün bunlar ABD’nin bölge için belirlediği stratejiyi zora sokuyor. Washington, Türkiye’nin AB’ye katılımını, Batı modernitesi ile İslam kimliğinin uyuşmaz olmadığını göstermek amacıyla desteklemek istiyor. Bush yönetimi aynı zamanda Avrupa’nın barış ve refah kuşağını, Ortadoğu’ya doğru genişletmek niyetinde. Eğer Türkiye AB’ye girerse, Avrupa’nın Suriye, İran, Irak ve Güney Kafkasya ülkeleriyle doğrudan sınırları olacak.

Yanı sıra hem ABD hem de AB, Kıbrıs’ta bir anlaşma istiyor; Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünün, bölgesel özerklikle kaynaştırılmasının, Kosova ile Sırbistan, Abhazya ile Gürcistan ve Dağlık Karabağ ile Azerbaycan arasında nihai statü anlaşmalarına varılabilmesi için örnek teşkil edeceğini umuyor.

‘AB stratejisi’ sorgulanmalı

Kuzey Kıbrıs’taki seçim sonuçları, etnik çatışmaları halletmeye yönelik
‘AB stratejisinin’ geçerliliği konusunda da soru işaretleri doğuruyor: Cömert ekonomik faydalarla AB garantilerinin (yani AB üyeliğinin kaçınılmaz sonuçlarının), ayrılıkçı siyasi liderleri ve onların toplumlarını nihai çözüme ikna edeceği varsayımına dayalı bir strateji bu.

Altı ay gibi kısa bir süre içinde gerçek AB üyeliğinin nimetlerinden yararlanma ihtimali olan Kıbrıslı Türkler, eğer bizzat AB’nin desteklediği bir planı müzakere etmeyi tüm kalpleriyle istemediyse, böyle bir şeyi Kosovalı Arnavutlardan, Abhazlardan veya Dağlık Karabağ’ın Ermenilerinden niye bekleyelim? Bütün bunların bize gösterdiği şey şu: Liderliğe hâlâ ihtiyaç var. Seçim süreçlerine ve ‘halkın iradesine’ anlaşma sorumluluğunun ağırlığını yüklemek, Kuzey Kıbrıs’ta tanık olduğumuz kilitlenmeyi üretmekten başka bir işe yaramayacak.

(NİKOLAS K. GVOSDEV: Nixon Center uzmanlarından ve The National Interest dergisinin yayın yönetmeni, 25 Aralık 2003)

Yorumlar kapatıldı.