İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

milliyet: `Onlar – biz´ ve `azınlıklar´ ayırımı aşılırken…

Ankara rüzgarları gitgide daha çok karışık esmeye başladı; poyrazı, lodosu, karayeli, günbatısı bir arada…

Örneğin Irak’a asker gönderilip, gönderilmeyeceği sorunu…

Oysa bu sorun, 365 gün sonra, yani ABD’deki başkanlık seçimlerinden sonra; kimbilir nasıl bir görünüm alacak, belki de tümden rafa kalkacak…

Ama güncel hayat elbet ağır basıyor; o nedenle de, o zamana kadar Ankara’nın ne yapacağı, gündemin ilk maddesi…

***

Bir de şöyle bakalım soruna:

Ankara’nın Irak konusunda alacağı kararlar, kimlerin hayatını ırgalayacak, kimlerininkini ırgalamayacak?

Mussolini’den yadigar kalan “Vatanı ve milletiyle devletin bölünmez bütünlüğü” paravanasının arkasına sığınma; geçtiğimiz yüzyıl boyunca da, Türkiye’nin gerek sanat ve bilim ortamlarında, gerek kamu bilincinde; “okkanın altına gidenler ve gitmeyenler” ayırımının billurlaşmasını engelledi.

Bu nedenle de Türkiye, Birleşmiş Milletler’in “İnsani Gelişme Raporu”nda, 175 ülke arasında 96. sıraya düştü… Kimsenin asla söz etmediği 96. sıraya…

***

Besbelli ki, 21. yüzyılın da ilk çeyreği epey çalkantılı geçecek Türkiye’de…

Kimbilir kimler gidecek okkanın altına ve kimler gitmeyecek…

Asıl sorun da zaten bu…

***

1950’li yıllarda İtalya’da adam başına düşen ulusal gelir ortalaması 1000 dolardı; Türkiye’de ise 200 dolar bile değildi…

Ya bugün İtalya nerede, Türkiye nerede?

“Onlar – biz ayırımı”nın, Müslümanlıkla Hıristiyanlıktan kaynaklandığı sanıla dursun; böylesi bir ayırımın temeli, sosyo – ekonomiktir.

***

Dünyadaki 5 kıta arasında, Avustralya’dan sonra en küçük olan Avrupa, açık denizleri kullanmak zorunda kalmıştı.

Ve 500 yıllık bir süre içinde, uluslar üstü bir burjuva sınıfı oluşmuştu Avrupa’da; toprağa bağlı kalmış aristokrasiye karşı…

Türkiye ise, Tanzimat hareketleriyle birlikte, Avrupa’nın uluslar üstü burjuvazisini taklit etmeye kalkmış; ama böylesi yeni bir sınıflaşma olgusunun özündeki teknolojik, dolayısıyla ekonomik gelişmeleri göremediği için de, “onlar – biz” ayırımından kurtulamamıştı.

***

Yoksa Sultan Mecit döneminde, 1839 Tanzimat fermanıyla birlikte, İstanbul’da faytonlara “imam, haham, papaz” yan yana oturtularak, kent içinde dolaştırılmış ve tellallar bağırtılmıştı:

– Bundan böyle gavura, gavur demek yok…

***

21. yüzyıla geldik. Hala daha Türkiye’nin azınlıkları, yani Yahudisi, Ermenisi, Rumu, Süryanisi, Levanteni, ne politik sahnede yer alabiliyor, ne de bürokrasinin kadroları içinde… Hem de “laik” olduğumuz halde…

Tüm özlemimiz ise Avrupa Birliği vatandaşı olmak… O zaman ne “onlar – biz”, ne de “azınlıklar” ayırımı kalacak ortada…

***

Ve yine mahut soru:

– Peki ama, ne zaman?

Hadi bir öngörü de biz yapalım; herhalde Rusya da, AB üyesi olduktan sonra… Yani efendim, görünüşe bakılırsa, çeyrek yüzyıl sonra…

***

Hiç değilse 2004’te üyelik müzakereleri başlayabilseydi…

Bendeniz bilemiyorum, bunu kıvıracak düzeylerde evrensel bakışlara sahip kadrolar var mı Ankara’da?..

Aklını emekliliğine taktırmış, Hazine’den geçinenler takımının, her türlü değişikliğe karşı iç inancı:

– Benden atlasın da, nerede patlarsa patlasındır.

***

ABD’deki başkanlık seçimlerine kadar, Ankara’nın alacağı kararlar sonucu, nasıl “okkanın altına gidenler ve gitmeyenler” olacaksa…

Önümüzdeki çeyrek yüzyıl süresince de, yine “okkanın altına gidenler ve gitmeyenler” olacak…

Bunun da analizlerini yapan pek çıkmayacak…

***

Avrupa vatandaşlığı; Clinton’ın da Başkan’ken, İstanbul’daki bir konuşmasında benimseyerek söylediği gibi, “dünya vatandaşlığı”nın kapısını aralamada…

Enseyi karartmayın. İnsanlık kötüye gitmez, Türkiye de gitmez.

Hele hayatınızın amacı olmuş, sevdiğiniz bir mesleğiniz de varsa…

Yorumlar kapatıldı.