İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Taner Akçam: 1915 efsaneler ve gerçekler – radikal2

TANER AKÇAM

1915 olayları etrafındaki tartışmalarda, “Türk tezinin” üzerinde en çok durduğu konuların başında, Ermeni çevrelerin, ölen insan sayısını abarttıkları iddiası gelir. Gerçekten kaç insan öldü veya öldürüldü? Artık Bosna’da, yedi bin kişinin ölümünden sorumlu generallerin soykırım suçuyla yargılandığı bir dünya için çok garip bir tartışma bu. Üstelik bu tartışmayı yapanlar, 1948 Birleşmiş Milletler soykırım tanımının, öldürme ilkesini soykırımı için şart saymadığı basit gerçeğinden bile habersiz görünüyorlar. Bu nedenle, ölü sayısının, 1 veya 1,5 milyon değil de, 50 binden başlayıp 600 bine kadar çıkan değişik rakamlar olduğunun ileri sürülmesinin hiçbir önemi yok ve bu nedenle ciddiye alınmıyor. Sadece suçluluk telaşının bir ifadesi olarak okunuyor ve yorumlanıyor. Bu, bizimkilerin görmediği, görmek istemediği bir gerçek.

Bilmemiz gereken şey, başta A. Toynbee’nin, sürgünler ve ölümlerin devam ettiği 1916 yılında verdiği 600 bin rakamı olmak üzere, ölen veya hayatta kalan Ermeniler konusunda verilen tüm rakamların tahmini olduğu. Bu konuda bir tek resmi istatistik, savaş sonrası Osmanlı Hükümeti tarafından verildi. İttihat ve Terakki Partisi iktidardan düştükten sonra, yeni kurulan kabinenin ilk işlerinden birisi bu konuyu araştırmak oldu. Aralık 1918 tarihinde Dahiliye Nazırı Mustafa Arif (Deymer)in girişimiyle bir komisyon oluşturuldu. Komisyon üç ay civarında bir çalışma yaptı ve sonuçlar, 14 Mart 1919 tarihinde, dönemin Dahiliye Nazırı Cemal Bey tarafından açıklandı. Osmanlı devlet kayıtlarına göre, 1914-18 döneminde ölen Ermeni sayısı 800 bin’dir. (Vakit, Alemdar, İkdam, 15 Mart 1919) Tehcir ve öldürmeler sonucu 800 bin Ermeni’nin hayatını kaybetmiş olduğu, tüm bir dönem boyunca herkes tarafından bilinen ve tekrarlanan bir olgu. Bu rakamı kullanan kişilerin başında Mustafa Kemal gelir. Mustafa Kemal, Amerikalı General Harbord ile görüşürken, 800 bin Ermeni’nin öldürülmüş olduğunu söyler. (Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, Cilt 3, s.179)

Türkler nasıl cezalandırılmalı?

Bu konuda ikinci bir kaynak, 1928 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nca, l. Dünya Savaşı’ndaki kayıplar üzerine yayınlanan kitap. Yarbay Nihat tarafından yayınlanan kitap Fransızca bir eserin tercümesi ve Türkiye’yi ilgilendiren rakamlar, değiştirilerek ve düzeltilerek veriliyor. Genelkurmay’ın verdiği sayılara göre, l. Dünya Savaşı sırasında, “800 bin Ermeni ve 200 bin Rum katl ve tehcir yüzünden veya amele tabularında ölmüştür” denir. Bu bilgileri aktaran Y.H. Bayur, bu sayıların “bizim resmi kaynaklara göre de doğru” sayılması gerektiğini söyler. (Y.H. Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Cilt III, Kısım IV, s. 787)

Şaşırtıcı gelebilir ama 1915’te yaşananın kitlesel bir kıyım olduğu gerçeği, o dönemi yaşayan herkes tarafından kabul ediliyordu ve bu asla bir tartışma konusu değildi. Elbette jenosit (soykırım) kelimesi (ll. Dünya Savaşı sonrasına ait bir terim olduğu için) o günlerde kullanılmıyordu. 1915 yılında yaşananları anlatmak için, “katliam, taktil, teb’id, kıtal” gibi kelimeler kullanılırdı. Mustafa Kemal’in Ermenilere yapılanları “alçaklık”, “vahşet” olarak tanımladığı, “katliam” olarak adlandırdığı onlarca konuşması vardır. Eylül 1919’da Sivas’ta M. Kemal’i ziyaret eden Amerikan Generali Harbord, “Ermeni kıtalını o da takbih ediyordu” der. M. Kemal’e göre, “Ermenilerin katledilip sürülmeleri hükümeti ele geçiren küçük bir komitenin eseri”ydi. (Rauf Orbay’ın yukardaki eseri) Yine aynı tarihlerde, ABD Radyo Gazetesi’ne verdiği mülakatta “Hiçbir yayılma planımız yoktur… Ermenilere karşı yeni bir Türk vahşetinin olmayacağının garantisini veririz” der. (Bilal Şimşir, British Documents on Atatürk, Cilt I, s.171, Ankara 1973) Kazım Karabekir’e

6 Mayıs 1920’de çektiği telde, Karabekir’in, yeniden bir “Ermeni kıtalı” anlamına gelecek her türlü girişimden uzak durmasını ister. (K. Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 707) 24 Nisan’da Meclis’te yaptığı konuşmada, 1915’te Ermenilere yapılanları, “fazahat” (alçaklık) olarak tanımlar. (Atatürk’ün TBMM Açık ve Gizli Oturumlarındaki Konuşmaları, Cilt I, s.59), vb, vb…

Bırakın Ermenilere yönelik yapılanların bir katilam olduğunun tartışma konusu olmamasını, suçluların cezalandırılması gerektiği de açık olarak savunuluyordu. 1919 Eylül’ünde, İstanbul’daki Ali Rıza Paşa Kabinesi ile M. Kemal arasında bir dizi yazışma yapılır. İstanbul adına yazışmayı yürüten Harbiye Nazırı Cemal, M. Kemal’in (Heyeti Temsiliye’nin) “Harp esnasında yapılan her nevi cinayet faillerinin cezayi kanuniyeden kurtulamayacakları” yolunda bir açıklama yapmasını ister. Cevabi yazıda M. Kemal, “Harp esnasındaki suiidarelerin meydana çıkarılıp tecziyesi, vatanımızda mes’uliyetin büyük ve küçüklere seyyan olduğunu, kanun devrinin tamamen bitarafane ve kemali adlü hakkaniyetle başladığını idrak etmek ehassi amalimizdir”, der. Üstelik bu cezalandırmanın, “birçok münakaşalara sebep olacak olan kağıt üzerinde reklam tarzında neşriyattan ziyade bilfiil tatbikatile yârü ağyare izharını daha muvafık ve faideli” gördüğünü ekler. Yani M. Kemal’in beklediği cezalandırmaların kağıt üzerinde reklam amaçlı değil, somut uygulama biçiminde olmasıdır. (Nutuk, Cilt III, Vesikalar, Vesika 141-2, s. 164-6)

Kırım suçlularının yargılanması, 1919 Ekim ayında yapılan Amasya Görüşmeleri’nde ele alınır. Görüşmelerde üçü açık ve imzalı, ikisi gizli ve imzasız beş protokol karara bağlanır. 21 Ekim 1919 tarihli birinci protokolde, suçluların cezalandırılması iki ayrı madde de ele alınır: “1- İttihatçılığın, İttihat ve Terakki fikrinin memlekette tekrar uyanması, hatta bazı alâiminin meşhut olması siyaseten muzırdır. 4- Tehcir dolayısıyla irtikabı cürmedenlerin kanunen mücazatı adlen ve siyaseten elzemdir”. Üçüncü protokol yapılacak seçimlere ilişkindir ve Ermeni kırımı nedeniyle aranan İttihatçıların seçimlere katılmasının engellenmesi gerektiği konusunda anlaşma sağlanır. Bunun için Anadolu hareketi seçimlere müdahale hakkını kendisinde saklı tutar ve “İçtima edecek heyeti meb’usan meyanında şahsiyetleri İttihatçılığı mesavisile alâkadar ve tehcir ve taktil mesailile ve menafii hakikiyei millet ve memlekete münafi sair mesavi ile lekedar olan kimselerin bulunması caiz olmadığından bu cihete mâni olmak için mümkün olan esbaba tevessül edilebilir” denir. (Nutuk, Cilt III, Vesika 159-160, s. 193-4)

Örnekleri sayfalarca aktarmak mümkün. Anlatmak istediğim şu: 1915’te yaşananların bir toplu öldürme olayı olduğu, başta Mustafa Kemal olmak üzere, dönemin aktörleri açısından hiçbir biçimde tartışılan bir konu bile değildi. Dönemin ana tartışması, ağırlıklı olarak, Paris Barış Görüşmeleri ekseninde yapılıyordu ve Ermeni katliamı nedeniyle, “Türklerin” nasıl “cezalandırılması” gerektiği üzerine idi. Suçluların yargılanması cezalandırmanın bir biçimi idi. Anadolu’nun taksim edilmesi ise diğer biçim. Yani Batılı güçler sömürgeci emellerini esas olarak Ermenilerin öldürülmüş olduğu gerçeğinin arkasına saklıyorlardı. M. Kemal ve arkadaşları, kırım suçlularının cezalandırılması gerektiğini kabul ediyor ama cezalandırmanın, Anadolu’nun paylaşılması biçiminde olmasına karşı çıkıyorlardı. Bugün, yalan ve efsaneler üretmekle uğraşacağımıza, Mustafa Kemal’in konuya ilişkin takındığı tutumu kalkış noktası yapsak ve tartışmaya oradan devam etsek epey mesafe katetmiş oluruz.

Yorumlar kapatıldı.