İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yorgo Kırbaki: İstanbullu Rum – radikal

İstanbul’da ömrünün yarısını yaşamış, diğer yarısını da özlemi ile geçirmiş Boğazlı, İstinyeli bir Rum, hasret dayanılmaz olunca birilerine yalan söylemekten, daha doğrusu gerçeği gizlemekten çekinmeden, bulduğu ilk uçağa, onu kaçırırsa otobüse atlar ve memleketinin yolunu alır genellikle. Sözgelimi üç günlük bir kaçamak… bayram öncesi..

İstanbullu Rum, 22 saat süren yorucu otobüs yolculuğunda, bir yandan yolları örten kar nedeniyle mahsur kalma endişesini yaşar, bir yandan da şehirlerin kraliçesinde yaşamak istediği kimi küçük kimi büyük heyecanların hayalini kurar. Pera’nın yollarını ta Taksim Meydanı’ndan ta Tünel’e kadar kaç defa aşındıracağını, binlerce defa tekrarlamışsa da aynı yerlerden geçmekten nasıl haz alacağını düşünür.

Hatta eski ve neden olmasın yeni aşklarını da…

Otobüs Esenler’e geldiğinde İstanbul’lu Rum’un keyfi yerindedir. Pek akrabası kalmadığından ve dahası ‘kaçamağın’ hakkını vermek için otelin yolunu tutar. Karşılaştığı ilk insan taksicidir. Savaş korkusunu daha ilk andan sezer. Korkunun savaşın daha çok ekonomik boyutundan kaynaklanmasını da doğal karşılar.

İstanbullu Rum otelde vakit kaybetmez. Nefes almak ister. Doğru Pera’ya… Her şey bıraktığı gibi. Birbirinden çekici yemeklerin, büyük bir ustalıkla dizildiği lokanta vitrinleri, sinemalar, cafeler, ha İnci Pastanesi, canım Balık Pazarı, kendi deyişiyle ‘San Antonio’ Kilisesi..

Bir kere yetmez. Birkaç kez görmeli aynı manzaraları İstanbullu Rum. Hangi filmin oynadığına pek bakmasızın Emek sinemasına gider. O perde, o işlemeli tavan…

Çocukluğundan galiba hatırladığı programcı terfi etmiş, kapıda bilet kesiyor. Sonra sokak içindeki bir ocakbaşında bulur kendini. Eti pişiren usta ile sohbet eder.

Nerelisin usta?

Hataylı.

Sizin oralar güzeldir…

Bizde Fransız kültürü vardı…

Diğer iki gününü de üç aşağı beş yukarı aynı yaşar İstanbullu Rum. Kumkapı’da çalgıcılarla, Balık Pazarı’nda lakerda ve eski tadı pek olmayan likurinos satın alarak… Hani Atina’ya döndüğünde o büyü biraz daha sürsün umuduyla… Okulu Zoğrafyon Lisesi’nin önünden geçer. Hafta sonu ya kapalı. Elini okulun duvarı üzerinde dolaştırır. Hisseder onu, gençliğini…

Boğaz’ı dolaşır İstanbullu Rum. Ortaköy’de, mesleğin hâlâ tabakları masaya koymakla bitmediğini bilmeyen garsonların keyfini kaçırmasına müsaade etmeden lüferin hakkını verir.

Sonra yeni şeyler öğrenir yeni dostlarından. Ömrünün bir bölümünü geçirdiği Cihangir’de ilk defa gittiği balık lokantasını mesela.

Yeni duygularla da tanışır İstanbullu Rum. Neden olmasın? Kar durmak bilmiyorsa, bir tek korunmak için üzerlerinde ne buldularsa giyen

insanları keşfedememesine üzülür.

Dönüş için Yeşilköy’ün yolunu aldığında da geçen 60 saatin bilançosunu yaparken, Erkin babanın şarkısını hatırlar ‘Ne memleketler gezdim, senin gibi görmedim.’

Hani dokuz değil, yirmi dokuz göbek İstanbullu Rum’a kulak verin. Her şeye, her zorluğa, her sıkıntıya rağmen yaşadığınız şehrin değil iyisi, benzeri bile yok.

Yorumlar kapatıldı.