İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yahya Koçoğlu : Gayrimüslim hayatlar…(1)

Yahya KOÇOĞLU

BAŞLARKEN

Bu yazı dizisi, Türkiye’nin AB kapısında ‘başını ağrıtan’ konulardan gayrimüslim azınlıkların sorunlarını, bizzat bu sorunları yaşayanların dilinden aktarmak için ‘Geçmişte yaşananların bilinmesi, gelecekle ilgili doğru adımlar atılabilmesini sağlar’ inancıyla hazırlandı. Okuyacağınız dizi, önümüzdeki günlerde Metis Yayınevi Siyah-Beyaz dizisinden
‘Hatırlıyorum’ adıyla çıkacak kitabın özetidir.
Çalışmada 1916 ile 1942 yılları arasında doğan gayrimüslim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı 15 kişiyle görüşüldü. Onlara yaşamlarını anlattırdım. Bu yöntem, toplumun yaşadıklarının bireylerin yaşadıklarının toplamı olduğu gerçeğinden hareketle tercih edildi. Ancak, 15 kişinin anlatımının, Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si ve Süryani’siyle yaklaşık 110 bin nüfusa sahip gayrimüslim topluluğun yaşadıklarının hepsini içeremeyeceği dikkate alınmalı.
Çalışmaya katılması için yapılan görüşmelerde, karşımızdakilerin en belirgin tavrı güvensizlik olarak dikkatimizi çekti. Bazıları ikna görüşmesi sırasında bu sorunu aştı. Bazıları ise kayıtlı görüşmeyi kabul etmesine karşın güven bunalımından kurtulamadı. Bu kişilerin kaygıları, anlatımlarına da yansıdı. Geçmişte yaşadıkları nedeniyle hak verdiğimiz bu kaygının, bazı olayların detaylarının gizlenmesine yol açtığı izlenimi edindik. Ancak bu güvensizlik, komşusu, ev sahibi, müşterisi gibi tek tek Türklerle, Müslümanlarla olan ilişkilerini zedelememişti. Edindiğimiz diğer izlenim de hemen hepsinin ortak özelliği ders verecek kadar vatanperver olmaları ve bu topraklara bağlılıklarıydı. Türkiye’de az bilinen ve bu nedenle fazla yanlış yapılan gayrimüslim azınlıklar konusunun anlaşılabilmesi için hayatlarını bize açanlara teşekkür ederken bana çokkültürlülüğü anlatan hoşgörüsüyle köy enstitüsü mezunu
babam Ökkâş Koçoğlu’nu sevgiyle anıyorum.


Doğduğum semt, Beykoz. Annemler Karamürselli. 1915 olaylarında sürülerek Derzor’a gitmişler. Anneannem, dedem, yedi yaşındaki annem ve dört-beş yaşlarındaki dayım, 17-18 yaşında Anuş adında akrabamız olan bir kadınla yola çıkmışlar.

Anuş dediğim kadın o zamanlar nişanlı imiş. Nişanlısı da Çanakkale’de asker olarak savaşıyormuş. Yani nişanlısı savaşırken kadın sürgüne gönderilmiş. Dedem yolda tifodan ölmüş. Dayım da orada kaybolmuş.

Babamın babası da genç yaşta, babam henüz yedi yaşındayken ölmüş. Mecburen çalışmaya başlamış ve 12-13 yaşlarındayken İstanbul’un en büyük ayakkabı atölyesinin baş makinisti olmuş. İyi para kazanmaya başlamış. İlk hatırladığım Osmanbey’de otururken Mecidiyeköy’e yazlığa gitmiştik. Ben henüz dört yaşındaydım ama hayal meyal hatırlıyorum o günleri. O sırada babamı 20 Kura Askerlik çerçevesinde askere aldılar. Daha önceki askerliğini de Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde yapmış. Başhekim babamı çok severmiş, hatta düğünlerine gelmiş. Babamı 20 Kura Askerliğe aldıklarında onu askeri elbiseyle gördüğümü hatırlıyorum.

İnsanların yarattığı cehennem

20 Kura Askerlik yapanlara, çöpçü üniforması dağıtıldığı iddiaları var. Babanızın üniforması nasıldı?

Fotoğrafı var o üniformayla. Başlığı farklıydı. Asker başlığı değildi başındaki. Bir süre sonra babam her gün eve gelmeye başladı.

Varlık Vergisi’ni nasıl yaşamış aileniz?

Babamın ortağı İtalyan vatandaşıydı. Onlar hiç Varlık Vergisi vermedi. Babama, 15 bin liraydı sanırım, bir para çıkardılar. Babam parayı veremedi yahut vermedi. Babam, Varlık Vergisi’ni yatırmadığı için Sirkeci’de Demirkapı Kampı’na götürdüler. Şimdiki Sepetçiler Kasrı binası. Benim orada da çekilmiş fotoğrafım vardır. Babamla beraber çekilmiş.

Babama, “Neden kapıdan dışarı çıkmıyorsun, kapı şurada” dedim. Ben küçüktüm ve bana söylemiyorlardı tabii ki. Fotoğrafın arkasında “Demirkapı Kampı, insanların yarattığı cehennem” diye yazılmıştı. Sonunda da zaten Aşkale’ye değil Sivrihisar’a gitti. Giderken de ufak bir vapur geldi. Mavnalar vardı. Onların üzerine çıkardılar, biz el salladık.

O vapurla gitti. Sonra da 6 Aralık günü (Yıl 1943 olmalı) aniden geldi. Benim doğum günümdü, o nedenle hatırlıyorum.

‘6-7 Eylül’de etkilenmedik’

Atölyeyi ortağının İtalyan olması nedeniyle haczedemediler. Ama evdeki bütün eşyaların gittiğini, satıldığını hatırlıyorum. Hatta annemin Marconi marka bir radyosu varmış, o gitti diye dövünüyordu. Üst katta oturan bir Türk komşumuz vardı. Evdeki halıları filan onlara götürdük, kurtardık. 6-7 Eylül olaylarına gelince, o sırada biz Bostancı’da oturuyorduk. Haberimiz bile olmadı. Bostancı’da tarlalar arasında tek başına bir evdi bizimki. Kimsenin haberi bile olmazdı. Biz de olayın ayrıntılarını radyodan dinledik.

Askerliğinizi nasıl yaptınız?

1963 yılında askere gitmiştim. 1961 Anayasası’na konulan bir maddeyle
“Askeri mahkemelerin üyelerinin çoğunluğu yargıç olur” demişler. Eskiden iki subay bir yargıç olurmuş. Anayasa değişikliğinden sonra iki hâkim bir subay olmuş. Ne kadar stajını bitirmiş hukuk mezunu varsa askeri hâkim yapmışlardı. Ben de Kartal Maltepe’de askerlik yaparken başvurup Denizli’de askeri hâkim oldum. Üç ay staj yaptırdılar, cüppeyi giydirdiler ve duruşmaya çıkardılar. Sivilde yaptırmadıkları hâkimliği askerlikte yaptım.

Askeri hâkimliği de yaptığım için hâkimliği gördüm ve bu mesleği çok sevdim. İki sebebi var sivil yaşamda hâkimliğe geçmememin. Birincisi, tayin etmeyeceklerdi. Başvursam belki tayin ederlerdi ama ben o sıralar nasıl olsa ‘Tayin etmezler’ diye başvuruda bile bulunmadım. İkincisi,
“Bana itimat etmeyen birilerine karşı nasıl hâkimlik yaparım” dedim. Anadolu’nun şurasına burasına gidip görev yapmaya çalışacaksın “Gâvur hâkim geldi” diyecekler. Bunu düşündüm.


Atatürk beni okutmak istedi ama…

Mari Tomasyan 81 yaşında. Ailesi İkinci Dünya Savaşı sırasında Çatalca’dan iki kez sürülmüş. Tomasyan altı yaşında Florya’da piknik yaparken Mustafa Kemal ile karşılaşmış. Atatürk kendisini evlat edinerek okutmak istemiş, ancak ailesi razı olmayınca vazgeçmiş.

Bize adınız, doğum tarihiniz ve doğum yerinizden başlayarak yaşamınızı anlatır mısınız?

İsmim Mari Tomasyan. Doğum yerim, Çatalca. 1922. Benden 14 yaş büyük bir ağabeyim vardı, rahmetli oldu. Anne ve babamı da kaybettik. Biz 1941’e kadar 10 Ermeni ailesi Çatalca’da kaldık. Bizim orada ne bir okulumuz, ne bir kilisemiz vardı. Zaten Ermeniler, Çatalca’ya sonradan gelip yerleşmişti. Hepsi terzi, demirci gibi zanaatkârdı. 1941 yılında komşu ülkelerde Alman işgali olduğu için ‘Her an harp olabilir’ diye Çatalca boşaltıldı. İstanbul’a geldik ve 5-6 ay oturduktan sonra geri döndük. Gittikten sonra 2-3 sene daha oturduk, ancak yine sürüldük.

Çatalca’dan Yedikule’ye

Varlık Vergisi alınmaya başlandığı zamanlar Çatalca’daydık ve bu vergi sadece 10 tane Ermeni’ye geldi. Fazla zengin değildiler bunlar. Aşkale’ye gitmediler ama herkes evini, varsa karpuz tarlasını satmak zorunda kaldı. Vergiler, İstanbul’daki gibi çok fahiş değildi ama kendi gücümüzün üzerindeydi. Demircilik yapan ağabeyime 1500 lira gelmişti.

Ne zaman evlendiniz?

1947 yılında evlendim. Yedikule’ye gelin gittim. İki çocuğum oldu. Okumayı çok severdim. Lakin 5. sınıfı bitirdikten sonra parasızlık yüzünden annem beni okula yollamadı. O kadar istedim ki okumayı, “Çocuğum olursa saçımı süpürge eder onu okuturum” dedim. Muradıma erdim, okuttum çocuklarımı. Hatta ben büyük çocuğumla birlikte 32 yaşındayken Ermenice öğrendim.

Eşiniz ne iş yapardı?

Eşim kuyumcuda mıhlayıcıydı. Göz tansiyonu nedeniyle 1962 yılında gözlerini kaybedince ben çalışmaya başlamak zorunda kaldım. Bir giyim firmasına girdim ve 15 sene kısım şefliği yaptım. İşçi kızlar Müslüman’dı. Çok sevdim onları, onlar da beni sevdi. Hâlâ gelirler, ‘Anne’ diyerek. Hiç karşılaşmadım kötü davranışla. Ben onları evlat gibi sevdim, onlar da beni sevdi. Bilmeyenlere okuma yazma öğrettim. Dikiş bilmeyenlere dikiş öğrettim. Onların yarı anneleriyim. 1977’de oğlum evlendi. Gelinim öğretmenlik yapıyordu. Çocuk doğacaktı ve ona bakacak birisi gerekiyordu. Bunun üzerine ben de emekliye ayrılıp torunlarıma baktım.

‘Bir Türk kızı bulamadınız mı!’

Ermeni olmanızdan ötürü kötü davranış gördünüz mü?

Ben bir tepki gördüm, hiç unutmuyorum. Ferhat bey isminde bir öğretmenimiz vardı, Allah rahmet eylesin. Son sınıfta müsamerede Gençliğe Hitabe’yi okuttu. Bir bayrağı da vücuduma sarmışlardı. Çıktım ben bunu söylüyorum. Sesim de yüksek. Yarısına kadar söyledim. Birden önden bir subay ayağa kalktı. “Bulamadınız mı bir Türk kızı da bu Ermeni’ye bu hitabı vermişsiniz?” diye bağırdı.

Ben o an öyle bir fena oldum ki arka tarafa geçtim. Ferhat bey beni, paşanın önüne götürdü. Paşa, “Evladım, biz seni çok beğendik. Bir daha söyle. Biz onu dışarı attık” dedi. Sanki yalvarıyordu. Çıktım tekrar söyledim. Hayatımda bir kez böyle darbe yedim. Annem de oradaydı. Kadın korktu galiba beni sonradan ortaokula yollamadı.

Altı yaşındaydım. Yuvaya gidiyordum. Florya eskiden çiftlikti. Mesire yeriydi. Bazen biz Çatalca’dan trene biner, Florya’ya giderdik. Bir gün bir laf dolaştı ortalıkta, “Mustafa Kemal Paşa geldi” dediler. Halamın 25 yaşlarındaki kızıyla ben de gittim. Yuva önlüğümü giymiştim ve üzerinde eski Türkçe ile ‘anaokulu’ yazıyordu. Mustafa Kemal’in yanında İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak vardı.

Halkla konuşurken beni gördü, “Adı nedir bunun. Nerede okula gidiyor bu küçük?” diye sordu. Halamın kızı “Mari” dedi, “Ailesi Çatalca’da oturuyor. Orada okula gidiyor.” Konuşurken Mustafa Kemal Atatürk “Gel küçük gel” diyerek beni çağırdı. Ben de atılgan bir çocuktum, hemen gittim, eli de cebindeydi. Ben gidip elini cebinden çekip öptüm. Çok hoşuna gitti. “Sen” dedi, “Okulda neler öğreniyorsun?” diye sordu. “Şiir ezberledik” dedim ve orada okudum hemen. Halamın kızını “Siz de biraz gelir misiniz?” diyerek çağırdı. “Bunun annesi babası nerededir. Kimdir?” diye sordu. Halamın kızı “Piknik yapıyorlar, aşağıda oturuyorlar” diye cevap verdi. Mustafa Kemal, “Lütfen ailesini çağırın buraya. Ben bu çocuğu evlat edineceğim ve okutacağım” dedi. Kızcağız, “Ama nasıl olur, nasıl söylerim” derken “Git söyle kızım” dedi.

‘En çok babam korktu’

Kızcağız kalktı gitti annemle babamın yanına. Babam, olayı duyunca çok korkmuş, başlamış ağlamaya… Reisicumhur, alır mı alır. “Ben veremem, ne olur kendisine söyleyin bunu benden istemesin. Benim zaten 14 sene sonra oldu bu kızım. Veremem ben çocuğumu” demiş. Korkusundan yanıma da gelememiş. Kız geldi, anlattı. “Vermiyorlar paşam. Böyle böyle dediler. Anası da babası da ağlıyorlar” dedi. Mustafa Kemal, “Yok” dedi, “Öyle zorla olmaz, almam” dedi. Sonra beni bıraktı. Böyle de bir hatıram var. Zavallı babam, olaydan sonra 2-3 gün konuşamadı. Ne korktu öyle. Gelip alırlar beni diye. Bir daha Florya’ya da gitmedik o korku yüzünden.


Öğrenci olamadı ama yönetici oldu

Adım Süren Baloğlu. 1 Haziran 1925 doğumluyum. Bizimkiler, Yozgat Boğazlıyan Uzunlu Köyü’nden gelmişler. Babam Karahallı, annem Uzunlulu. Annemin ilk kocası Çanakkale’de şehit düşmüş. Ondan olan büyük ablam şu anda Amerika’da. Annem, benim babamla Yozgat’tan gelirken trende tanışıyor. İstanbul’a gelince evlenmişler.

Babam Beşiktaş’ta vapur iskelesinin yanında Papazoğlu soyadlı bir Rum’un marangoz dükkânında iş bulunca Beşiktaş’a yerleşmişiz. Makruhyan mektebi var Beşiktaş’ta. Ben oraya gittim. 4. sınıfa kadar okuyabildim. Bizim okullar, Ermeni okulları paralı.

İyi bir talebeyken 4’ten 5’e geçtim. Aylık 40 kuruş, bir lira vermemiz lazım ama veremiyoruz. Müdür beni bedava okutmaya kalkıyor, iyi bir talebe olduğum için. Bu sefer Ermenice tarih kitabı ‘Grong’u alacak 40 kuruş yok. 40 kuruş olsa biz beş tane ekmek alacağız. Ben de mektebi bırakmak zorunda kaldım. Benim sınıf arkadaşlarımın üçü doktor biri mühendis oldu. Biz de pazarcı olduk.

20 Kura Askerlik uygulaması ailenizi nasıl etkiledi?

Babam gitti, ağabeyim gitti. Ağabeyim askere gitti geldi, ikinci bir askerlik daha yaptı. Babamlar askere gidince komutan babamla ağabeyimi ayırmış. Birini Konya’ya birini Polatlı’ya yollamış. O zaman herkesin dilinde olan şöyle bir şey vardı: “20 Kura’yı askere götürmediler; kesmeye götürdüler.” Fevzi Çakmak, bunlara asker elbisesi giydiriyor ve “Ben asker elbisesi altında bu işi yapmam” diyor. Herkesi kurtarıyor.

Sonra arkasından Varlık Vergisi çıktı. Ben pazarcıydım ya maliyeye de kaydolmuştum. Bana 500 lira Varlık Vergisi geldi. Sermayem 50 liraydı.

1944’te askere gittim. Bize yol yaptırdılar, Rumlar havaalanına, Yahudiler çiftliklere filan gidiyordu.

Üç sene askerlik yaptım.

Vakıf yöneticiliğiniz nasıl oldu?

Bir gün bir arkadaşım beni ‘Okulun müsameresi var’ diyerek Beşiktaş’taki Surp Asdvadzadzin Kilisesi’ne çağırdı. Gittik. O gün derneğin seçimi varmış bizi de idare heyetine soktular. Ondan sonra beraber idareci olduk. Ben cumartesi sabah girip pazar akşamına kadar çalışıyorum. 20 sene Beşiktaş’ın başkanlığını yaptım. Artık üç sene önce bıraktım bu işi. Bu dönemde kilisemiz dışarıdan atılan maytapla yandı. 1988’de filan yenilendi, tamir edildi. Çok büyük para harcandı.

Mektebin masrafa ihtiyacı var

Vakfımıza bağlı mektebimizi kapattık. Adı, Garabet Balyan’ın karısı Makruhi Balyan adına yapılmış Makruhyan İlkokulu idi. Garabet Balyan’la, 21 yaşında evlenmiş, 23’ünde ölmüş. Kilisede büstü var. Mekteple ilgili davalık olduk. 1868’de kurulmuş mektep, bizim değilmiş. Uzun süren davalardan sonra kazandık okulumuzu. Sonradan öğrencisizlikten kapattık. Mektebin de bahçenin de vergisi veriliyor. Ama ‘Sizin değil’ diyorlar. Üç sene önce mahkemeyi kazandık. Kazandık ama 70 milyar vakfiye istiyorlar. Bu verilmedi. Sonradan yeni bir kanun çıktı ve tapumuzu aldık. Mektebin ve bahçesinin tapusunu aldık. Mektebin çok masrafa ihtiyacı var.

Vakıfların yöneticisi olmanın ne gibi zorluğu var?

Gelirleri artırmak lazım. Mülklerini tamir ettirmemiz lazım. Kilisenin dört evi var. Artık kilise onu tamir ettirecek durumda değil.

* * * * * * * *

YARIN: Türkler bulgursa Ermeniler yağ ve tuzdur

Yorumlar kapatıldı.