İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Radikal2: Kırk yıl sonra Oşin´le

Oşin Çilingir ve Şeyhmus Diken, Oşin’in evinin kapısında.


ŞEYHMUS DİKEN

Oşin Çilingir’i tanır mısınız desem. Yanıtınızın beni tatmin etmeyeceğini adım gibi biliyorum. Nereden tanıyacaksınız ki? 1957’de Süleyman Nazif İlkokulu’nu bitirir bitirmez Diyarbekir’den ayrılmış. 1965’lerde bir günlüğüne liseden bir grup arkadaşı ile kentine gelişini saymazsak, neredeyse elli yıldır İstanbul’u mesken tutmuş kadim şehir Diyarbekirli bir beni adem Oşin…

Oşin’i ben haftalık Agos gazetesindeki yazılarından tanıdım. Her hafta okuyordum da hemşehrim olduğundan bihaberdim. Taa ki “Dedem” başlıklı yazısını okuyuncaya kadar. Anladım ki, Diyarbekirliymiş, hem de Liceli, dedesi Lice’nin Ermenilerinden. Surp Giragos Kilisesi’nin çancısı Zangoç Agop, işte o dede. “Kafle zamanı” önce Diyarbekir’e, ardından İstanbul’a daha sonra da New York, Amerika’ya göç. İşte 1945 doğumlu Oşin’in gündelik hayatla ilk tanışıklığı dedesinin yemenici dükkânında başlar. Dede, bir taraftan yemeni dikerken diğer yandan da dükkâna gelen Kürt müşterilere, bir köşede yemeniler için ip mumlayan Oşin’in, yetimliğini acındırır, Oşin’e bahşiş koparır. Küçük Oşin’in canına minnet. Diyarbekir’in kavurucu yaz sıcağında dondurma paraları çıkarken, nüktedan dede Agop da çıraklık ücreti vermekten kurtulur. Çok hikâyeleri var Oşin ve dedesinin. Biz yıllar sonrasının memleket ziyaretine gelelim.

2002 Mayısında düzenlenen “Diyarbakır 2. Kültür ve Sanat Festivali”nin Diyarbakırlı şair ve yazarlar buluşması programına davetliydi, Oşin Çilingir. Çok uğraşmıştım gelmesi için. Ama son anda telefon açıp bir yurtdışı seyahatini gerekçe göstererek gelmedi. Nereden bilebilirdim ki yıllar, yıllar önce ayrı düşülen kentiyle yüzleşme korkusuymuş gelmeyişin asıl nedeni. Ama bir kez kentinin silueti düşüne girmişti Oşin’in, iflah olmazdı artık. Bu davetin üzerinden birkaç ay geçmeden bu kez Diyarbakır Sanat Merkezi’nin açılışı nedeniyle gelecekti Oşin memleketi Diyarbekir’e. Günlerce uyuyamamak kaygısı adına bu gelişi göze alacaktı. Ve bunun en belirgin tanıklığı da ancak akşam karanlığında Diyarbakır’a inecek uçakta yanında oturan sinemacı dostu Sabahattin Çetin’e sorduğu soruda gizliydi. “Yarın ne kadar sürer Sabahattin?” Yanıt ironikti; iki gün sonra bir seanslığına Diyarbakır’da oynayacak Angeloupulos’un filminin ismiydi adeta: “Sonsuzluk ve Bir Gün” kadar.

Ve gelmişti işte şehrine, Diyarbekir’e. iyarbekir Küçelerine Oşin’le. Bilgeydi bu kadim şehir ve suskun kalmayı yeğlemişti, kalu beladan beri. Bunu en iyi bilenlerden biri de Oşin’di. Oşin, hemen yanındaki “bizler”e karşın sanki yapayalnızdı bu koca şehirde. Geçmişte yaşananların sorumlularını arıyordu daracık sokaklarda. Onunkisi gelip geçici bir konukluktan öteye geçmeyecek gibiydi. Ama bu birkaç günlük konukluk, ayrılığın hüzünbaz acısından başka ne yükleyebilirdi ki Oşin’e. Kırk yıl önce çocuk belleğiyle derli toplu bıraktığı kentinin hüzün yüklü perişanlığı ne de çok hırpalamıştı Oşin’i. Teselli de kentinin bekçiliği adına bana düşmüştü. Zaman bu perişanlığı toparlayabilir miydi acep? Umudunu yitirmek istemiyordu Oşin. Ama her tanıklık bir başka acıyı beraberinde getiriyordu. İlk önce eski Mar Toma Katedrali, 1400 yıldan bu yana ise İslam aleminin beşinci Haremi Şerifi olarak anılan Ulucami’de hüzün yaşandı. Yapı olanca görkemiyle yerinde duruyordu da! Camiyle eski Belediye binasının önünde tarihi meydandaki asırlık çınar ağaçları ve havuz nereye gitmişti? Anlattım Oşine, “kentleşme” adına yeraltı çarşısı yapmaya kurban edilmişti.

Sonra Balıkçılarbaşı civarındaki evine doğru yürüdük. 40 yıl sonra Savaş Mahallesi, Şeftali Sokak 4 numaradaki evini eliyle koymuş gibi yerinde bulmuştuk. Kapının ‘şakşakosunu’ çaldık. Acaba içeri girmemize izin verirler miydi? İşte çalınan o şakşakonun sesine evin kadını kapıyı açarak yanıt vermişti. Evden içeriye adımımızı atınca bir başka heyecan yaşandı. Yıkılmamıştı. Ev yerli yerinde duruyordu da…Epeyce değişikliğe uğramıştı. İlk göze çarpan avluda olması gereken havuzun yokluğu oldu. Dört yıl önce Mardin’in Nusaybin ilçesinden göç eden bir aileydi evin yeni sakinleri. Oğulları Gökhan bu evde doğmuştu. Dört yıl önce Oşin’in eski evinde doğan Gökhan’la kırk yıl önce evini ve kentini bırakıp giden Oşin’in beraberliği görülmeye değerdi.

Sordum duygularını Oşin’e: “Kurşunu yemiş ama acısının, henüz farkına varmamış biri gibiyim”, demişti. Eski evin eski yapısı kaybolmuştu ama gizlediği öyküler, Oşin’in ağzından bir bir ortaya çıkıyordu. “En çok şu eyvanda süt beyaz kedilerim Sümbül ve Tekir’le oynadığım anlar şu an anımsadıklarım.”

Sonra hemen bitişikte bir ön sokaktaki Surp Giragos Ermeni Kilisesi’ne doğru yönümüzü çevirdik. Sokağın başındaki tabelaydı bu kez en çok ilgiyi çeken. “Savaş Mahallesi, Göçmen Sokak”. Ama tabelanın bazı harfleri düşmüştü. Sanki birileri Oşin’in geleceğini bilerek kasten mi yapmışlardı, ne! Geriye “Savaşma, Göç” yazısı kalmıştı. Bu duygularla girdik kiliseye. Karşımızda, son Mohikan Anton dayı, Antranik Zor. “Ana dilimi konuştuğum nadir anlarda mutlu olabildim” diyordu Oşin. Kendi toprağında, kendi kentinde, bahçesinde koşturduğu kendi kilisesinde ve kendi cemaatinden hem babasını hem de dedesini tanıyan Anton’la kendi dilini konuşmaktı, sonsuzluk ve bir günün ya da o anın ifadesi. Yeniden surlara, Oşin’in okuluna doğru yürümeye koyulduk. Oşin’in bakışlarında öylesine bir ifade gizliydi ki her şeyi anlatmaya yetiyordu. Bu şehirde yaşamak gizli bir cennette yaşamaya benziyordu, demeye getiriyordu. Dehşetli bir çekiciliği vardı bu şehrin. Belki de bunca yıl uzak kalışın sırrını bu nedende aramak gerekti. Nihayet okuluna, Süleyman Nazif İlkokulu’na vardık. Ama o da ne? Sınıfının penceresinden her baktığında gördüğü bahçedeki havuz yoktu. O havuz da betonla kapatılmıştı. Ne hazindi. Kaybedilen değerlerde hüzün vardı. Ama ortamı yumuşatmak da bunca yılın dostu Nadire Mater’e düştü. “Ne şanssız adamsın Oşin be, çocukluk havuzlarının hiçbirini yerinde bulamadın.”

Ve yıllar sonra geldiği şehrinden ayrılırken, surların içindeki eski zarif kentte, bugün kentin dokusu düşünülmeden yükselen dışı sıvasız, kimliksiz çok katlı yoksul binalar, “birbirine dayanmış yaşlı insanların kışın ürkütücü acımasızlığına karşın arada bir gözüken güneşle ısınmaya çalıştığı” görüntüydü belleğinde kalan.

Yorumlar kapatıldı.