İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ferhat Kentel: Vakıflı Köyü, cennet-cehennem ya da ortak hikaye…

Vakıflı Köyü Ermenistan dışında bulunan tek
Ermeni köyü… Türkiye sınırları içinde, Antakya’da… Daha önceleri
yüzlercesinin olduğu Anadolu topraklarında… Türkiye’de varolan “hoşgörü”ye
örnek göstermek isteyenlerin hemen başvurduğu “vitrinlerden” biri Vakıflı
Köyü…

Vakıflı Köyü’nde geçtiğimiz Cumartesi ve Pazar günleri Astvadzadzin Yortusu
(bağ bozumu, üzümlerin kutsanması) kutlandı. İstanbul’dan, Ermenistan’dan,
Lübnan’dan, Suriye’den insanlar geldiler; Knar grubunun müziği eşliğinde bar
tuttular, halay çektiler; Ermenice söylenen türkülere Ermeni olmayanlar,
Ermenice bilmeyenler Türkçe eşlik ettiler; kazanlarla pişen keşkeklerden beraber
yediler…

Köylüler misafirlere evlerini açtılar; buzlu portakal şurupları ikram
ettiler. Kendilerini, adetlerini; evlerinin, diktikleri çiçeklerin hikayelerini
anlattılar.

Her anlatılan hikaye bizim hikayemizdi. Vakıflı Köyü’nde anlatılan
hikayelerdeki dil, bizim dillerimizden biriydi… Kendimizi anlamamız için sahip
olmamız gereken dillerden biri…

Sadece Ermenilerin bir “lisan” olarak konuştukları Ermenice dilini
kastetmiyorum; Ermenilerin duygularıyla, algılama biçimleriyle “yaşadıkları”
dili kastediyorum. İçinde hareket ettikleri dünyayı, soludukları havayı
kastediyorum… Bu öyle bir “dil” ki, bir yandan kendi kimliğiyle varolma
mücadelesi veriyor… Diğer yandan bu toplumun çoğunluğunun yaşadığı “dil”le
varoluyor… “Allah rahmet eylesin”lerle, “şeker bayramınız kutlu olsun”larla
çoğunluğun duygularını paylaşıyor. Tek bir Ermeni’nin olmadığı parlamentoda olup
bitenlere kafa yoruyor; tek bir Ermeni’nin top koşturmadığı Fenerbahçe,
Galatasaray için yanıp tutuşuyor; milli takımın, 12 dev adamın sevincine ve
üzüntüsüne ortak oluyor; o çoğunluğun soluduğu havayı paylaşıyor…

Tanıdığımız bir Ermeni’ye hiç “bayramınız kutlu olsun” demek aklımıza geldi
mi? Daha doğrusu Ermenilerin bayramlarının ne zaman olduğu hakkında bilgisi
olanımız var mı? Varsa, kaç kişiyiz biz? Biz bayramlarımız nedeniyle tatile
çıkarken, Ermenilerin kendi bayramlarında işlerine ve okullarına gittiklerini,
göz ucuyla bile olsa, hiç gördük mü? “Biz çoğunluk olduğumuz için, bizim
haklarımız yanında onlarınkinin ne önemi var?” mı dedik yoksa? Onların
sabırsızlıkla anlatmak istedikleri kendi hikayelerine kulak vermek istedik mi?
Onlara biz kendi hikayelerimizi dayatmak istedikçe, onların kendi hikayelerini
bile unutmak istediklerini fark ettik mi?

En iyisi, Türkiye’den 70’li yıllarda, bir “dövülme olayı” üzerine göç etmiş
olan Ermeni kökenli bir (artık) Amerikan vatandaşı Ağacan’ın anlattığı (onun da
eski Hayat mecmuasından Şevket Rado’dan okuduğu) “cennet-cehennem” hikayesini
aktarmak: Allah’ın sevgili kullarından biri cenneti ve cehennemi çok merak
etmiş. Allah’a yalvarmış, yakarmış “bana göster cennetini, cehennemini” diye…
Allah bu sevgili kulunun arzusunu yerine getirmiş… Önce cenneti göstermiş.
Cennet kutsal kitaplarda tam tasvir edildiği gibi… Yeşillikler, şırıl şırıl
akan nehirler, kuşlar, çiçekler… Ve insanlar hiçbir şeyin eksik olmadığı
sofralarda yemek yiyorlar… Ama garip olan bir şey var: insanların ellerinde
upuzun çatallar (ben diyeyim bir metre, siz deyin iki metre) var ve bu
çatallarla sofrada karşılarında oturanlara yemek yediriyorlar. Sevgili kul pek
anlamıyor durumu; “en iyisi bir de cehennemi görmeli” diye düşünüyor…
Cehennemde garip olan şey ise yanan ateşlerin, zebanilerin olmaması; tersine
bütün manzaranın aynı olması; yeşillikler, sular, kuşlar, donatılmış muhteşem
sofralar vs.. Hatta uzun çatallar… Ama cennetten farklı olan bir şey var:
insanlar aynı uzun çatallarla bu sefer başkalarına yemek yedirmiyorlar…
imkansız bir şeyi yapmaya çalışıyorlar: kollarından uzun bu çatallardaki
lokmaları kendi ağızlarına sokmaya çabalıyorlar… ve beceremiyorlar…

Yani, bölünme paranoyaları yaşayan bu memlekette ortak hikaye yazmak o kadar
basit ki aslında…
 

Yorumlar kapatıldı.