İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ferhat Kentel: Azınlıklar kimlere “tekabül” eder?

Mütekabiliyet şartı” devletler arası ilişkilere gönderme yapan bir kavram. Yani devletlerin birbirleri karşısında ve vatandaşlarının haklarını ve çıkarlarını dengede tutmak üzere ve uluslararası hukukun bir parçası olarak “karşılıklı” önlem almaları anlamına geliyor. Örneğin, ekonomide devletlerin birbiriyle eşit imkanlara sahip olmalarını sağlamayı veya sadece birisi lehine aşırı korumacılık gelişmesini engellemeyi öngörüyor. Ya da örneğin gayrimenkul edinme konusunda, “yabancı” birinin tabiyetinde olduğu ülkenin, diğer ülke vatandaşlarına da aynı hakkı tanımış olmasını öngörüyor.

Türkiye’de bu “mütekabiliyet” ilkesi son zamanlarda, genel olarak azınlık vakıflarıyla, fakat özellikle Ermeni vakıflarıyla ilgili olarak gene gündemde. Bilindiği gibi (ya da körlük ve sağırlığımızdan ötürü bilinmediği gibi) “1936 Beyannamesi” sırasında listesini verdikleri gayrimenkuller esas alınarak, 1971’den beri azınlıklar tüzel kişilikler (yani genellikle azınlıklara ait cemaat vakıfları) gayrimenkul edinemiyorlar. Bu tarihe kadar azınlık vakıfları tarafından edinilmiş gayrimenkuller de Yargıtay kararlarıyla eski sahiplerine ya da hazineye devredildiler.

Devletten harhangi bir yardım görmeyen, sadece kendi cemaat üyelerinin yaptıkları mal veya mülk bağışlarıyla ayakta kalmaya çalışan bu vakıflara yönelik olarak süren bu uygulamada geçtiğimiz günlerde sınırlı iyileştirmelerin yapılması şansı ortaya çıktı. “Vakıflar Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı”nın 9. maddesine eklenen fıkralar arasında, azınlık vakıflarına yönelik yeni düzenlemeler yer alıyordu.

Yeni düzenlemeye göre, vakıfların ellerinde bulundurdukları gayrimenkullerin 1936 listelerine eklenmelerine; yeni gayrimenkuller edinmelerine ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunmalarına Dışişleri ve İçişleri Bakanlığının uygun görüşü alınarak Vakıflar Genel Müdürlüğünce karar verileceği ve bu hükümlerin uygulanmasında Devletlerarası mütekabiliyet şartı aranabileceği belirtiliyordu.

“Dışişleri Bakanlığının”, “İçişleri Bakanlığının” görüşü… “Devletlerarası mütekabiliyet şartı”… Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olan insanların bir bölümüne ilişkin olarak alınacak kararlar için dışarıdaki “duruma” bakılacak. Yani bir Alman Vakfı’nın Türkiye’de gayrimenkul edinmeye çalışması durumunda, Almanya’da Türk vakıflarına karşı getirilen uygulamaya bakılması gibi… Peki örneğin Ermenilerle ilgili olarak nasıl bir karşılıklılık aranacak? Örneğin (hani olur ya) Türkler Ermenistan’da bir gün vakıf falan kuracaklar; ona göre karşılıklı bir durum mu oluşturulacak? İyi de oradaki karşılıklılık Türkiye’de vakıf kuracak “Ermenistan vatandaşları” ile Ermenistan’da vakıf kuracak “Türkiye vatandaşları” arasında oluşturulmayacak mı? Peki Türkiye’de söz konusu olan Ermeni vakıflarının sahipleri bu memleketin vatandaşları değil mi?

Kısacası, 1936’da verilen beyannamelere, garantili olmasa da, yeni gayrimenkuller ekleme ımkânı sağlayan bu tasarı, aslında hâlâ kendi vatandaşının durumunu uluslararası dengeler içinde değerlendirmeye devam ediyordu.

Ayrıca yasa tasarısında, diğer Müslüman vakıfların mülk edinmesinde İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarının onayının aranması şartı aranmıyordu… Azınlık vakıflarının ellerinden alınmış mülklerinin iadesine ilişkin yasa tasarısında herhangi bir değinme de yoktu…

Ancak, bütün bunlara rağmen, devreye Türkiye’nin “özel durumu” girdi. Memleketimizin mümtaz basın organlarında, yasa tasarısının azınlık vakıflarına getirdiği “haklar” nedeniyle ileride Türkiye için “güvenlik” tehdidi oluşturacağı iddia edildi. Türkiye’nin “özel durumunun” en mümtaz temsilcisi MHP de “azınlıklar bu yasayla sınırsız sayıda mal edinecekler” iddiasıyla tasarıya çekince koydu ve olay bir alt komisyona havale edildi.

Sorun burada… Çünkü, bazen hukuk metinlerine de sızacak şekilde azınlıkları “yabancı” gören bir zihniyet söz konusu… Çünkü resmi ideolojinin paranoyaya dönüşmüş korunma refleksleriyle hareket eden temsilcileri gayrimüslim azınlıkları hâlâ “yabancı” olarak görüyor; onların kurdukları vakıfları da “yabancı” olarak görüyor. Azınlıklara ait okulları da “yabancı” okul gördüğü gibi… Saint-Benoit, Saint-Joseph gibi okullara atadığı gibi, Ermeni okullarına, Rum okullarına “Türk” müdür yardımcıları atıyor.

Sorun burada… En iyi yorumla, azınlıklar sadece “resmen” vatandaş; Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfus kağıtlarını taşıyorlar… Yani vatandaşların bir bölümü gerekirse diğerlerinden ayrıştırılabilir; rehin olarak kullanılabilir. Biz onlardan ancak uluslararası platformlarda bizi savunmaları için araç olmalarını, burada “ne kadar iyi yaşadıklarını” anlatmalarını bekleriz. “Türkiye Ermenisi olmaktan gurur duyuyorum” dedikleri zaman, (onu da çarpıtarak) manşetlere çıkarmayı biliriz.

“Mütekabiliyet” hikayeleri burada bitmiyor… Bir kısmına da Perşembe günkü yazıda değinelim.

Yorumlar kapatıldı.