İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Yeşilköy’den Almanya’ya: Raffi Kebabcıyan

PostExpress adlı derginin 15 Ocak-15 Şubat tarihli 9.sayısında yayınlanan “Yeşilköy’den Almanya’ya: Raffi Kebabcıyan – Geçmiş, Geçmiş bile değildir” adlı röportajı Rober Koptaş kaleme almış. Fotoğraflar ise Arlet İncidüzen‘e ait.

Geçmiş, Geçmiş bile değildir

Kimyagerlikten öykücülüğe: “Konuş Halil Bey Konuş” isimli kitabı Aras Yayıncılık’tan yayınlandı. İstanbul’dan Almanya’ya: Üniversiteyle birlikte Hannover’da yaşamayı seçti. Alman-Ermeni Cemiyeti’nin başkanı. Raffi Kebabcıyan’la, İstanbul sokaklarında, edebiyatı ve Ermeni meselesini konuştuk…

Çocukluğunuzdan, mahallenizden, o yıllardan aklınızda kalanlardan
bahsedebilir misiniz biraz.

Elmadağ’da oturuyorduk, Radyoevi’nin karşısında. Apartmanımızda Ermeni de
Türk de vardı. Varlık Vergisi’ne kadar bir Ermeni ailesine, Ohanyanlar’a
aitta. Varlık Vergisi döneminde el değiştirmişti, biz oturduğumuz sırada
sahibi bir Türktü. Yeşilköy’e taşınana kadar, hep o apartmanda
yaşadık. Mahalle yaşamı da kozmopolitti. Ermeni bakkalımız vardı, Türk
manavımız, kasabımız vardı. Değişik milliyetlerden insanlar yaşardı orada.
Benim hatırladığım tek gerginlik, bir generalin, galiba Fevzi Çakmak’ın
cenazesiydi. Radyoevi’nin önünde bir kalabalık toplanmıştı; polis,
asker, jandarma vardı; o kalabalığı dağıtmak için ordaydılar. Hatırladığım
tek gerginlik o idi. 6-7 Eylül zamamında yazlığa gitmiştik; Yeşilköy’deki
bir Rum ailesinin evi vardı, ki geçen gün önünde fotoğraf
da çektirdik, hala duruyor. Yeşilköy’de o yıllardan kalan nadir
evlerden biri, çünkü o zamanın evlerinin büyük
çoğunluğu bugün apartmana dönüşmüş durumda. O evin
kalmasının nedeni de sahibinin Yunan tebaalı olmasıdır. Çünkü
biliyorsunuz Yunan tebaalıların mallarını satmaları, yenilemeleri filan gibi
bir durumları yoktur, yasaklanmıştır. Onlar gittiler, evi de satamadılar,
ev öylece kaldı.  6-7 Eylul’de de olaylar Beyoğlu’nda ya da merkeze
yakın yerlerde oldu daha çok. Yeşilköy merkeze hayli uzaktı o
zamanın şartlarında
Sizin ailenizde ya da çevrenizde diğer azınlıklara mensup
insanlarda etkisi nasıl oldu 6-7 Eylül’ün?

Irzına geçme vakaları, hakikaten konuşulan vakalardı.. “Kâbus”
adlı öykümde öyle bir alıntı var. Çocuk bu konuyu sorunca,
“Konuşma, şamarı yersin şimdi!” diye azarlanıyor. Kiliselerin talan edildiği,
harabe haline geldiği çok anlatılan şeylerdi. En önemli sonuçlarından
biri de tabii, ahbaplarımızın, dostlarımızın bir kısmının ülkeyi terk
edip gitmeleri oldu.
“Bu ülkede yaşayamayız artık biz!” şeklinde bir yılgınlık o
olaydan sonra mı gerçekleşti?

Öyle bir şey oldum olası vardı zaten; “Biz bu ülkede ne kadar
yaşayabiliriz?” şeklinde hep düşünülüyordu. Varlık Vergisi’nden
sonra da böyle bir yurtdışına göç dalgası yaşandı. Fakat
bizim neslimizin yaşadığı göç vakaları hakikaten en yoğun olarak
6-7 Eylül’den sonra oldu. Kanada’ya gitmişse eğer birileri, 6-7 Eylül
olaylarından sonra gitmişlerdir hepsi de. Biz de gidecektik, son anda babam
vazgeçti… 6-7 Eylül’ün daha çok Kıbrıs bağlamında
gerçekleşmiş  ya da gerçekleştirilmiş olduğunu düşünüyorum.
Orada artık  daha çok Yunanlılara yönelik, siz Kıbrısta şunları
yaparsanız, biz de bunları yaparız tarzı bir gözdağı var.
Ermeniler arasında mizah unsuru olarak da kullanılır, İstanbul
Ermenileri’nin en azından bir kısmının dünya görüşlerinin
darlığı… Sizin öykülerinizde bu ciddi bir eleştiri şeklinde çıkıyor
karşımıza …

Çok önemli bir şey bu, büyük bir kesimin, hiç
olmazsa o zaman benim algıladığım şekliyle büyük bir kesimin bakış
açısı buydu. Fazla bir tasaları yoktu hiçbir şeye dair. Yazıp
çizmekle pek ilgileri yoktu benim gördüğüm kadarıyla.
Ben de duymuşumdur tabii, hayatlarını kitaba, kültüre  adayan,
o şekilde yaşayan insanlar. Bu kesim kesinlikle vardır, fakat benim gördüğüm,
benim tanışma fırsatı bulduğum insanlar böyle değildir. Ve ben İstanbul’da
yaşarken, çoğu zaman bu insanların boşluğundan yakınırdım, bayağı rahatsızlık
verirdi. Boşluk korkutucuydu çünkü.
Almanya’daki Ermenilerin durumunu nasıl görüyorsunuz?
Çoğu buradan gitme ve kültürel düzeyleri genelde düşük.
Çünkü kırsal kesimden direkt veya pek pek İstanbul’da kısa
bir süre kaldıktan sonra gelmişler. Tabii, sayıları az olmakla birlikte
Lübnan’dan, İran’dan, son zamanlarda Ermenistan’dan gelenler de var.
35.000 civarı bir nüfustan bahsediliyor. Kültürel ve sosyal
düzeydeyse asıl mesele, gelenlerin beraberleinde ne getirdiklerine bağlı.
Eğer kültürel faaliyetlerle hiçbir ilginiz  yoksa, orada
aniden onu geliştiremezsiniz. Belki ordaki okullara giden çocuklar,
ikinci yahut üçüncü nesil bunu geliştirebiliyor.
Ermeniler kendi dilleriyle ilgili öğrenememe, konuşamama problemlerini
aşabilirler mi sizce?

Çok çok zor bir şey. Dil eğitimi aileden başlar, sonra da
okul gelir. Okul hiç yok orada. Sadece pazar günleri açılan,
giragnorya tıbrots dediğimiz bir kurum var, iki-üç saat ders verilir
bu okullarda. Bu tür bir çalışma takdir edilebilir mutlaka ama
ne kadar başarılı olacağı da soru işareti. Bu durum bir yerde o  dilin
kültürünün, edebiyatının susması demek. Ermenice kitap
alanlar var ama bakıyorum hepsi yaşını başını almış insanlar. Belli ki lisanı
öğrenmiş, ondan sonra gelmişler Almanya’ya.
İstanbul’da bazı Ermeni kiliselerinde Türkçe vaazlara
da başlandı.

Öyleymiş. Pek şaşmıyorum, çünkü buradaki durum da
artık eskisiyle kıyaslanacak gibi değil. Bundan 40-50 sene önce bir
Ermeni Türkçe konuşsaydı, Ermeni olduğu ağzından akardı. Hatta,
radyoda akordeonla çıkan Türk bir adam vardı, Samatyalı Ermeni
kadınları alaya alırdı biraz, Rumları taklit ederdi. Şimdi bunu yapmaya gerek
yok, çünkü onlardan sonraki nesiller o kadar güzel
Türkçe konuşuyor ki, Ermeni olduğunu anlamak çok zor.
Hatta imkansız. “From being Armenian to feeling Armenian” kitabında dendiği
gibi aynı: Ermeni olmaktan çıkıyoruz, artık sadece kendimizi Ermeni
hissediyoruz. Ama sadece onunla olmuyor. Bunu da kabul etmek gerekir ki,
herhangi bir yerde yaşayanlar, bizim gibiler, çeşitli etkiler altındayız.
Eğer Almanya’da yaşıyorsan sözgelimi, Alman hayatından kopman mümkün
değildir, aslında istenen bir şey de değildir bu. Tamamıyla gettolaşıyorsunuz,
hayattan bütünüyle kopuyorsunuz demektir o. Bu da büyük
bir hata olur bence.
İstanbullu bir Ermenisiniz, Almanya’da yaşıyorsunuz, uzun yıllardır.
Siz kendinizi ne hissediyorsunuz?

Valla, çok zor bir şey. Ben kendimi tabii, ilk önce Ermeni olarak
tanımlıyorum. Çünkü o şekilde hissediyorum. Belki İstanbulda
yaşamış olmamın da tesiri vardır bunda. Çünkü ben kabul edilmiş
biri olarak görmedim kendimi burada yaşadığım sürece. Şimdi de
görmüyorum. Beni ie çok yaralayan tabir, “yerli yabancılar”
deyişi. Neyin yerlisi, neyin yabancısı? Bu topraklarda birileri yaşamışsa
ve çok eskiye dayanıyorsa geçmişleri, bunlardan biri de Ermeniler’dir.
Kalkıp bu insanlara “yerli yabancılar” demek, bu insanları dışlamak demektir.
Ben bunu kabul etmedim hiçbir zaman. Tarihle konuşamamak, irtibat kuramamak,
tabuların varlığı… Beni asıl rahatsız eden, açık açık konuşamamaktı
en çok. Bazı şeyleri açık açık konuşamıyorsunuz, veyahut
size “konuşmazsan daha iyi olur” deniyor… Ayrımcılığın çeşitli şekilleri
var, bazı görünmeyen yasaklar var. Belki de daha fazla vuran, dokunan
da, görünmeyen duvarlara çarpmak oluyor. Almanya’dan Türkiye’ye
dönmeyeceğim dediğim zaman, asıl neden buydu. Ben ekonomik nedenlerle
yurtdışında kalmış biri değilim. Burası serbest, herkesin açıkça
konuşabildiği bir ülke olsaydı, ben azınlık olayım, tamam hiçbir
şey fark etmez ama kabul edilebilen, normal bir şekilde yaşayabilen, hiçbir
kısıtlamaya uğramadan, gayet rahat bir şekilde tarihle hesaplaşabilen, tabularla
çevrelenmeden yaşayabilen bir ortam olsaydı, geri dönmeyi bayağı
ciddi düşünüyordum. Fakat kafanda, cümleyi kurarken bile
hangi şekilde söyleyeceğini hesaplamak zorundasın burada. Bu şekilde
yaşamak bayağı zorlaşıyordu ve ben bunu sindiremiyordum. Niçin, niçin
tarih üzerine konuşulmasın, alt tarafı tarih yani! Onun için,
zamanla ilgili sorunlar beni her zaman ilgilendirmiştir. Kitaptaki Faulkner
alıntısı da bu yüzden benim için çok önemli: “Geçmiş
asla bir ölü değildir, aslında geçmiş bile değildir…”
Okuldaydık, Alman Lisesi’nde… Bir edebiyat öğretmenimiz vardı, Türk
bir hanım, gayet yetenekli biriydi. Bir gün kalktı, nereden aklına esti
şimdi hatırlamıyorum, “Bakın” dedi, “Türkçe ne güzel bir
dildir. Biz güüül deriz. Fakat Ermenice’de…”, oysa Ermenice’nin
lafı bile geçmemişti o ana kadar. “Fakat Ermenice’de buna vaaaarrrrrt!
derler” dedi, şöyle r’nin üstüne basa basa filan. Bana bakıyordu.
(gülüyor) Herkes böyle düşünüyor, herkes böyle
davranıyor demek istemiyorum tabii ki. Bu büyük bir yanlışlık olur.
Çünkü karşıt örnekler de var. Fakat insan kendisine
çok dokunan olayları çok uzun zaman hatırlıyor ve unutamıyor.
Almanya’ya gitme fikri de lise yıllarında mı doğdu?
Çok okurdum o zamanlar. Az önce sözünü ettiğim
edebiyat öğretmenime de bazı şeyler borçluyum. Yaz tatillerinde
bize ödevler verme huyu vardı. “Kırmızı ve Siyah”ı, “Vadideki Zambak”ı,
bütün o Fransız klasiklerini, o kalın kalın ciltleri o zaman okudum.
“Her zaman, durmadan da okuyorsun kardeşim, bunun sonu yok mu!” gibisinden
boş laflar bayağı sıkıyordu beni. Konuşamamak bayağı sıkıyordu. Almanya’ya
gitmem aslından biraz da şans eseri oldu diyebilirim. Okulu bitirdiğimde ilk
üç arasındaydım, bir burs verme durumu var Alman hükümetinin
dereceye girenlere, o bursla gittim ben.
Almanya’daki ilk yıllarınız nasıldı?
İlk başlarda kimya dışında hiçbir şeyle ilgilenmedim. Sadece kimya
ve fizik. Gerçi okuyordum ama yazma çizme filan gibi bir durum
yoktu. O zaman, ilk başlarda anne babama mektup yazdığımda, Türkçe
kullanıyordum. Babam “ben böyle mektup istemiyorum, yazacaksan Ermenice
yaz” dedi bir gün.  (gülüyor) Bunun üzerine bildiğim
yarım yamalak Ermenice’yle yazmaya başladım mektuplarımı. Tabii zamanla gelişti,
okumaya başladım.  1971’de de biraz gazeteciliğe yöneldim. İlk yazım
da Türkçe yazılmıştı. Meşhur Die Zeit gazetesinde bir Ermeni’yle
ilgili uzunca bir yazı çıkmıştı, onu Türkçe’ye çevirip
haberleştirmiştim, İstanbul’daki Marmara gazetesi için, onlar Ermenice’ye
çevirip basmışlardı. Ondan sonra haberleri Ermenice yazmaya başladım.
Sonra bir ara baktım ki haber yazmak beni tatmin etmiyor, daha çok
edebiyata kayıyor yazdıklarım… 75’in başında çeviriye başladım Ermenice’den
Almancaya. Şahan Şahnur’la başladım. Bir sürü öyküsü,
bir de romanı vardır; İstanbul diye meşhur bir kısa yazısı vardır, tamamıyla
sürrealist bir tarzda yazılmış, anılarında İstanbul’u aradığı, ama bunu
çok çarpıcı bir şekilde yaptığı… 1923’te buradan gemiyle gidip,
bir daha da dönmemiştir, ziyarete bile gelmemiştir. Hep Paris’te yaşamış,
orada da gömülmüştür, mezarı meşhur Pere Lachaise’dadır.
O romanın başında yaptığı İstanbul tasviri ve 1970 ya da 71’de yazdığı bir
sayfalık bir  yazı…Dağlar kadar fark var  aralarında, korkunç
bir şey; olsun yaklaşım, olsun edebi olarak tamamen farklı şeyler, beni çok
büyülemişti… 76’nın ilkbaharında da kimlik hakkında bir yazı yazma
geldi aklıma, nereden bilmiyorum. Yazdım onu Ermenice, orada da hissettim
ki  bir makalenin filan çok dışına çıkıyor yazdıklarım.
Bunların sonucunda 76’da ilk öykümü yazdım: “Verona” adlı bir
öyküm… Daha sonra iş gelişti, daha fazla yazmaya başladım. Değişik
yerlerde basıldı. Beyrut, Ermenistan, Fransa, Kanada’da. Ve devam ediyor
şu ana kadar.
Almanya’da asıl uğraştığınız meslek öğretmenlik…
Evet, kimya, fizik ve informatik bilgisayar dersleri veriyorum.
Asıl mesleği edebiyat dışı olanda olup edebiyat yapmak, dengeleyici
ve besleyici bir şey gibi görünüyor.

Evet. Çoğu için şaşırtıcı, çünkü genelde
fizikçisi sadece fizikle, matematikçisi matematikle ilgilenen
tipler. Ben klasik bir fizikçi, kimyager değilim. Fakat bunu dengeleyici
buluyorum. Kimyagerin hayata yaklaşım tarzıyla, bir yazarın yaklaşım tarzı
çok farklı olabilir ama, ben edebiyattan gelmeyen, edebiyat okumamış
şahısların iyi edebiyat yaptığını gördüm. Ermenistanlı yazar Rupen
Hovsepyan “Vortan Garmir” [Kırmızı Böceği] diye şahane bir romanı vardır,
adam jeologdur. Kafka  da sigortacıydı. Yazar olabilmek için
yazmayı bilmek gerek.
Türkçe’de bir kitabınızın yayınlanması sizin için
ne ifade ediyor?

İlk başta hakikaten garip bir şeydi, gerçekten sevindiriciydi. Bir
nevi beni buraya daha fazla bağlayan bir şey oldu gibime geliyor. Gerçi
kesinlikle buradan elimi ayağımı çekmiş değildim. Türkçe
konuşuyorum, gazete okuyorum, radyodan haberler, televizyon da seyrediyorum
yerine göre… 64’te gitmiş, bir daha da geriye bakmamış bir tip değilim
ben. Devamlı ilişkim var, zaten ilişkim olmasaydı o öyküler yazılmazdı.
Yazmak, bir nevi bu bağlılığın –sadakat anlamında kullanmıyorum– bir göstergesi
bence. Bu bağlılığı kurumsal hale getiriyor.
Türk edebiyatını takip edebiliyor musunuz?
Gidinceye kadar epey yakından takip edebiliyordum. Sonra bir süre daha
takip ettim. Klasik sayılabileceklerin hepsini biliyorum diyebilirim. Sabahattin
Ali’ler olsun, Ömer Seyfettinler olsun; şimdi tarihleri atlaya atlaya
söylüyorum; Atilla İlhan olsun, Nazım Hikmet…. Nazım Hikmet’i
gittikten sonra daha iyi tanıdım çünkü o zamanlar burada
onunla ilgili kitap bulmak imkânsızdı. Ama son zamanlarda takip ettiğimi
söyleyemem. Biliyorum ki Orhan Pamuk var. Almanya’da da yüksek bir
“reytingi” var onun. Önceden Türk edebiyatının elçisi Yaşar
Kemal idiyse şimdi bu kesinlikle Orhan Pamuk. Alman gazeteciler bir konu
için yazı istediklerinde Orhan Pamuk’a müracaat ediyorlar.
Başkanlığını yaptığınız Alman-Ermeni Cemiyeti hakkında konuşalım
biraz…

1914’de Alman din adamı Johannes Lepsius tarafından kurulmuş bir cemiyet.
İlginç bir geçmişi vardır. Kurulmadan önce bir çağırıda
bulunuluyor, kurulması doğrultusunda. Bu çağrıya bir çok insan
imza atıyor. Zamanın bilinen, saygın kişileri ki aralarında ünlü
Alman romancısı Thomas Mann da vardır… Birinci Dünya Savaşı’nın hemen
öncesinde kurulmuş, 16 Haziran 1914’te. Hemen hemen aynı günlerde
bir Alman-Türk cemiyeti kuruluyor. Rastlantı değil tabii bu. O zaman
Alman hükümetinin Ermeni sorununda bir dahli var, pozitif anlamda.
1913’de Osmanlılar için yeni bir reform paketi hazırlanıyor ve bu programda
Almanlar’ın da bayağı bir rolü var. Bu programı için Ermenileri
ikna etme işini Lepsius’a veriyorlar. Lepsius o yıllarda İstanbul’da, Tokatlıyan’dadır. 
Yahut da çok yakınlarda, Hamalbaşı, Pera Palas’tadır. Şimdiki Tarlabaşı
Caddesi’nin olduğu yerde, Taşnaktsutyun Merkezi varmış, Azadamard [Özgürlük
kavgası] dergisi  oralarda. Bu paket eninde sonunda gerçekleşiyor,
hayata da geçiyor. Bu programın neticesi olarak, ki bu Osmanlı Devletini
çok ürkütüyor, iki vali tayin edilecekti. Ermeni yoğun
olarak yaşadıkları yerlere biri Danimarkalı, biri Norveçli iki vali.
Biri Dünya Harbi çıkmadan geliyor, işbaşı yapmak istiyor. Öbürü
hiç gelmiyor, biraz geç kalmış. Zaten harp de çıkmış,
adamcağız olduğu yerde kalıyor. Bu programın paketlenmesinde Almanya’nın
büyük rolü oluyor. İlginç tarafı, harp ilan edilir
edilmez Osmanlı  hükümetinin ilk yaptığı iş bu paketi ortadan
kaldırmak oluyor. O zamanlarda kurulmuş bir cemiyet bizimki. Alman Dışişlerinin
bir rolü var kurulmasında. Çünkü Alman Dışişleri, Alman-Türk
Cemiyeti sayesinde Türk tarafının içine girip, orada kalburüstü
insanlarla münasebet kurmayı, Alman-Ermeni Cemiyeti sayesinde de Alman
nüfusunu Ermeniler arasında yayma politikasını gerçekleştirmeyi
umuyor. Harp sırasında durum bayağı bir değişiyor tabii. Lepsius’un durumu
da biraz değişiyor, buraya gelip Enver’le görüşüyor filan.
Franz Werfel’in “Musa Dağ’da Kırk Gün” kitabındaki o meşhur görüşme,
denir ki bir dedikodu değildir; hakkaten bilinen, kanıtlanan bir şeydir; Lepsius’un
Enver’le olan konuşmasının bire bir aktarılışıdır. Harpten sonra da Lepsius’a
bir aklama kitabı çıkarma ödevini veriyor, Alman Dışişleri Bakanlığı.
Kitabın adı, “Almanya-Ermenistan diplomatik belgeler 1914-1918”, o şekilde
tanınıyor. Fakat bir aklama kitabıdır bu. Almanya’nın Birinci Dünya
Savaşı sonrası çıkardığı tek aklama kitabıdır; başka hiçbir
konuyla ilgili bu tarz kitap basılmamıştır. Almanya harp sonrası bunu yapmak
zorunluğunu duymuştur.
Daha sonraki yıllarda nasıl faaliyet gösteriyor Cemiyet?
Mesela 1939’da, cemiyetin 25. kuruluş yıldönümünde, o zaman
hükümette olan Naziler, nazik olmayan bir uslupla “kutlamazsanız
daha iyi olur” demişler. Bizimkiler de hakikaten kutlamamışlardır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Cemiyet’in politikası Ermenilere yardım
etmek olmuştur. Naziler’in ve bilhassa Hitler’in taşığıdı ve masa başı sohbetlerinde
de söylediği, kayıtlara da geçmiş “Ermeniler, Yahudileşmiş bir
millettir.” kanaati etkindi o yılların Almanyasında. Bu bağlamda, Almanlar
Ermenileri tecrit kamplarına götürebilir ve Yahudilere yapılanların
aynısı Ermenilere de yapabilirler kaygısı vardı. Tek tük yaşanmıştır
da; bazı kamplarda  Ermeniler de tutulmuştur. Arşivlerde isimlere rastlanıyor.
Bunun önünü almak için cemiyet bir bilirkişi raporu
hazırlatıyor, ufacık bir broşürdür bu “Ermenilik ve Aryanlık”. Bazı
yerlerde geçerli olup insan hayatı kurtarılıyor bu broşür sayesinde.
56’da Cemiyet resmen kapanıyor ve kayıtlardan siliniyor. 1971-72’de bir grup
Ermeni müracaat edip tekrar kuruyorlar ve şimdiye kadar da gayet düzenli
bir şekilde çalışıyor. Yayın organımız, kitaplarımız var. Konferanslar
düzenliyoruz. En son 2001 yılı Mart ayında Türk ve Ermeni tarihçileri
arasında bir dialog konferansımız oldu. Haziran ortasında Ermenistan’ın demokratik
gelişimiyle ilgili bir konferansımız oldu. Kasım sonlarına doğru da Ermeniler’in
Hıristiyanlığı kabul edişlerinin 1700. yılı münasebetiyle, Ermeni kilisesinin
diğer kiliselerle ilişkileriyle ilgili bilimsel bir konferans düzenledik…
Rıfat Bali’nin kullandığı bir deyimle “azınlıkperver” bir yaklaşım
oluştu son yıllarda Türkiyeli aydınlarda. Genelde halktan negatif bir
yaklaşım var gayrımüslim azınlıklara. Buna karşılık aydın olarak tanımlanan
insanlarda genel eğilimin nostaljik yönü ağır basan bir “Bizim
Ermeniler, bizim Rumlar, bizim Yahudiler”e duyulan özlem, saygı duyma
olduğundan bahsedebiliriz. Siz bu tür bir yaklaşım sezinliyor musunuz?

Benim bunu ilk sezdiğim an, Beyoğlu nostaljisinin var olduğu zamanlardı.
Belki de bir kaybın, bir şeylerin yok olduğunun farkına varılıyor. Bu da kendini
“ne güzel konuşulurdu, içilirdi…” gibi çeşitli şekillerde
gösterebiliyor. Belki de daha fazlasını söyleyememenin beraberinde
getirdiği bir çözüm yolu. Eğer daha açık şekilde
konuşacak olsalar, “efendim, mesele sadece rakısı mezesi değildi, bunların
bir kültürü vardı, bir katkıları vardı, onların gitmesiyle
bu ülke de bir şey kaybetti. Eğer bu adamlar gitmeseydi, neler olmazdı?
Yapmasaydık etmeseydik, ülke faydalanabilir, biz hepimiz gelişebilirdik…”
Tabii bunu söyleyenin açısına bağlı çeşitli görüşler
olabilir. Yekpare bir görüş olduğunu pek zannetmiyorum. Aslında
burada mesele, sefadan, mezeden, lakerdadan, topikten ziyade, çok geç
kalınmış olması. Neredeyse müzelik olacağız. Rumlar o aşamadalar, 2000
kişi kalmış, bunların çoğu yaşlılar. Gençler yok denecek kadar
az. Bu şekilde devam edecek olursa 10 veya 20 sene sonra, son Rumu göreceğiz.
Ermeniler’in Anadolu’daki durumu budur bugün. Mardin’deki son Ermeni,
Diyarbakır’daki son Ermeni, Kayseri’deki son Ermeni… Günlerden bir gün,
İstanbul’daki son Ermeni, Rum denilecek.
Almanya’dan bakıldığında, Türkiye’nin genel görünümü
nasıl bugün?

Bir Alman gözüyle bakılacak olursa ki ben bunu deneyeyim istersen,
Türkiye’nin görünümü bakana bağlı biraz da. Burada
gündemi en fazla işgal eden iki sorun var; bunlardan biri Türkler’in
Almanya’daki konumu, ve tabii ikinci konu da Türkiye’nin Avrupa Birliğine
girme problemi. Çoğu zaman altı çizilen konular insan hakları
ihlalleri ve Türk-Yunan ilişkileri oluyor; bu da daha çok Kıbrıs
konusu ve tabii onun dışında direkt Türk-Yunan ilişkileri bağlamında
değerlendiriliyor. Üçüncü sorun olarak Kürt sorunu
anılıyor, bu PKK sorunu olmaktan ziyade Kürt sorunu olarak algılanıyor.
Türk tarafının sorunu salt  bir terör sorunu olarak tanıtma
gayreti var. Almanya’da bu boyutu görmüyor değiller, o kadar da
kör değiller. Çünkü Almanya’da da PKK’nın eylemleri
oldu ve bunlar oradaki imajları için çok menfi şeylerdi. Bazı
yerlerde uyuşturucu işlerine karıştıkları çıktı, onlardan kazandıkları
paralar, akladıkları paralar işin içine girince başka boyutlar da kazandı
ama Kürt sorunu bununla değil, çok belirgin bir şekilde sorunun
sosyal boyutları ile ele alınıyor.
Bunun dışında, Türkiye’nin AB’ye alınmasının niçin sakıncalı
veya faydalı olacağı, üzerinde durulan konulardan. Çok ilginç,
demografik bir durum var; nadiren bahsediliyor bundan: Eğer Türkler Avrupa
Birliği’ne alınmayacaksa asıl nedeni bu oluşturuyor bence, Avrupa, genelde
demografik yükseliş yaşamayan, tam tersi düşüş yaşayan toplumlardan
oluşuyor. Doğurganlık oranı İtalya’da hemen hemen sıfırdır, Almanya keza
öyledir, Fransa yükseliyorsa dışarıdan adam geliyor o şekilde yükseliyor.
Almanya’da da durum öyledir hemen hemen. Oysa Türkiye’nin sergilediği
demografik durum düşündürüyor bazılarını. Eğer bir gün 
Türkiye AB’ye üye olacaksa demografik ağırlığı ne olacak? Avrupa
küçülüyor Türkiye gittikçe büyüyor.
Bunun politik uzantısı da oluyor haliyle, Avrupa Parlamentosu’nda ülkelerin
temsil oranı, topluluk içindeki nüfus oranına bağlı. Bunun hesabı
kitabı belli. Kısa bir zamanda Türkiye’nin nüfusunun Almanya’yı
geçeceği de belli. Bir de, eğer siz geri kalmış bir ülkeyi alıyorsanız,
bu o ülkenin az gelişmiş yörelerine Avrupa kasasandan para çıkarmaya
ve bununla ilgili projelere para vermeye mecbursunuz, bundan kaçınmak
imkansız.
Kültür faktörü de gözardı edilmiyor Almanya’da.
Bir ara Kohl’un “AB’nin Hıristiyan kulübüdür” dediği iddia
edilirdi. Bu görünürde biraz abartı da olsa, demek istenen
AB halklarının Hıristiyan kültürüyle yoğrulmuş olduğudur. Almanya’da
ya da diğer AB ülkelerinde halkın çoğunluğu Türkiye’yi ille
de alalım demiyor. Genelde kabul gören fikir: Türkiye üye olmasın
ama biz sıkı fıkı bağlarımızı sürdürelim. Bunu isteyen çok
var.
Türkiye’de demokrasi, insan hakları konusunda belli sıkıntılar
var ve devlet bunları iyileştirmek yolunda adım atmak istemiyor. Bu adımların
atılması için, AB’nin çabaları var gibi görünüyor.
Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Genelde siyaset reel politik çerçevede yürüyor,
faydacı bir politika çerçevesinde… Politikanın, politikacının
veya dış politikanın idealist fazla bir yaklaşımı yok genelde.
Toplumların kaderlerini bu idealist yaklaşım/reel politik yaklaşım çatışması
ekseninde değerlendirdiğimizde 1915 olayları nasıl görünüyor?
Yervant Odyan ünlü mizahi romanı Yoldaş Pançuni’yi yazdığında
tarih 1912-13’tü. Çığlık çığlığa bir uyarıymış gibi geliyor
reel bir tavır geliştirememe konusunda…
Tavır geliştirememe var, bir de saflık diyebileceğim bir şey var. Yani Avrupalıların
her dediğine körü körüne inanmak, bunun arkasında ne niyetlerin
yattığını görmemek, görememek. “Falanca İngiliz bakan dedi ki…”
Dedi ama niçin dedi? Bu soruyu soramamışlar Ermeniler.
Levon Zekiyan da değiniyor bu konuya: “Ermeniler bir Mesihi bekler
gibi Hıristiyan Avrupa’dan politik bir destek beklemişler, ama Ortaçağ’dan
sonra artık Hıristiyan bir Avrupa’nın olmadığını idrak edememişlerdir” diyor…

Evet, düşünememişlerdi. Ermeniler 600 yıla yakın bir süre
politikadan uzak kalmışlardır. Yaptıkları politika millet politikası içinde
geliştirdikleri çok sınırlı bir şeydi. Politika da değil, eğitimle,
dinle sınırlı bir toplum işleri yönetimi. Onun dışında, politik hayatta
ne dönüyor, ne dönmüyor, haberdar değillerdi. Bu tabii
zamanla, bir beklenti rüyası doğuruyor. Rüyalarla politika yapmak
çok tehlikeli bir şeydir, bunu herkes söyler. Reel politika başka
şeydir, rüyaların politikası başka… Türkiye’nin çelişki
içinde olduğu bir noktadır gayrimüslim-müslim münasebetleri
dengesi. Bu, Tanzimat’tan beri, düzenlenememiştir. Asıl sorun buradan
çıkıyor. Eğer bu dengeyi isteselerdi yahut da gerçekleştirme
olanakları olsaydı bu boyutlara varmazdı zaten. Osmanlılıktan geliyorsunuz,
durumunuz millet-i hakimi olarak tamamıyla farklı, aniden eşitleşiyorsunuz.
Bunu hazmedemeyenler çoktu. Bunu Hatt-ı Hümayun sonrasındaki tepkilerde
de, 1840’larda 50’lerde de görüyoruz. Bu şimdiye kadar da hazmedilmemiştir.
Genel yaklaşım buysa, Ermeniler’in hatası, rolu ne olmuş? Yapmışlar, yapmamışlar
veya gerçekçi olmuşlar veya olmamışlar. Ne değiştirir? Ben 
bir şeyler değiştirirdi diye düşünüyorum… Romalıların dediği
gibi “Benim için ne faydalıdır? Bu iş kime yarar?” Bunun cevabını
aramalı toplumlar, bunu aramadığın sürece kaybetmeye mahkûmsun.
Cevabını bulmasan bile arayacaksın. O zaman daha şüpheli bakarsın işlere.
Saf saf inanmazsın…
Salkım Hanım’ın Taneleri filmi etrafında yaratılan tartışma hakkında
ne düşünüyorsunuz?

Demokratikleşme sürecindeki ülkelerin geçmişleriyle hesapları
kaçınılmaz, faydalı da. Bu bağlamda, Varlık Vergisi gibi ülke
tarihinin kara sayfalarından birine ışık tutan bir romanın yayınlanması, daha
sonra filme uyarlanması ve TRT gibi bir kurum tarafından yayınlanması tabii
ki olumlu. Ben bunu bir “özeleştiri” deneyi olarak algılamak istiyorum.
Umarım bu ilk ve son deney olmaz ve ilerde diğer tabular da aynı yaklaşımla
irdelenir. Romanın yazarı Yılmaz Karakoyunlu ve filmin senaristi Etyen Mahcupyan’ın
maruz kaldığı asılsız ithamlar, bunları ileri sürenlerin demokratikleşme
olgusundan bihaber olduklarını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye
toplumunun özeleştiriye ne denli kapalı olduğunu da kanıtlıyor. Bu tavır
beklenmedik bir tavır değil, ama çok düşündürücü.

Yorumlar kapatıldı.