İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Gündüz Aktan: Ermeni olaylarının psikolojisi

Geçen hafta sonu Londra Üniversitesi SOAS merkezinde yapılan Holokost
toplantısı sırasında düzenlenen psikoloji atölyesinin konusu hemen tümüyle
Ermeni olaylarıydı. Son derece karmaşık, bilimin sınırlarında, hatta
ufkunda bulunan bu anlaşılması zor konuda bazı şeyler yazmaya çalışacağım.

Olayın tarihi, siyasi, mali vb. yanlarını,

‘kim haklı-kim haksız’ yaklaşımını bir tarafa bırakalım ve imkân ölçüsünde
sadece insani olarak Ermenilerin açısından bakalım. 1915-16 yıllarında
toplumun çok büyük bölümü tehcire tabi tutuldu. Aileler dağıldı.
Birikimler yok oldu. İnsanlar öldü veya öldürüldü. Sonunda geriye kalan
perişan bir kitle yabancı ülkelere sığındı. Olayların kişisel
trajedilerle dolu olduğuna kuşku yok.

Bu facialar başına gelen insanların bizden nefret etmeleri doğal. Benzer
duyguları, Balkanlar ve Kafkaslar’dan benzer şekilde atılıp Anadolu’ya sığınan
çok sayıda Türk’ün de duymuş olması gerek. Ama onlar acılarını sonraki
kuşaklara aktarmadılar. Çocuklarını geleceğe dönük yetiştirdiler. Bunda
vatan saydıkları yerleri kaybetmelerine karşılık, ellerinde kalmış olan
önemli bölümüyle yetinebilmelerinin payı olabilir. Ermenilerse vatan
belledikleri yerlerin, küçük bir kısmı hariç hemen tümünü kaybettiler.
Bu nedenle geçmişe, kayıplarına saplanmaları anlaşılabilir.

Ama anlaşılamayan bölüm Türk-Ermeni ilişkileri açısından çok daha
önemli. Panelist Şirinyan’ın söylediğine göre, biz soykırımı kabul
etmediğimiz için Ermenilerin travması hâlâ sürüyor; soykırımı inkâr
etmemiz onları öylesine geçmişe çekiyor ki geleceğe dönemiyorlar. Dadrian
da bu konuda benzer şeyler söyledi. Yani biz soykırımı kabul etmedikçe
Ermenilerin geçmişi kapatıp, geleceğe dönmeleri imkânsız. Bir toplumun,
tabir caizse, normalleşmek için ‘düşmanı’na bu kadar bağımlı olmasının
bir örneği daha var mı, bilmiyorum. Böylesine bir bağımlılık,
Ermenilerin Türklere ‘düşman’ niteliğinden çok daha ötede, koruması
gerekirken kötülük yapan ‘baba’ gibi bir anlam atfetmesinden kaynaklanabilir.

Burada hafıza sorunsalı da işin içine giriyor. Tehciri geçiren birinci
kuşağın anlattıkları soykırım iddiasının temelini oluşturuyor. Bu kuşağın
hafızası doğrudan tecrübeye dayanıyor. Ama özellikle acı hatıralarını
anlattıkları üçüncü kuşak, şifahen aktarılan olayları ancak hayal
ederek hafızasında oluşturmak durumunda. Bu hafıza, olayların nesnel
niteliklerinden ziyade, neden oldukları acılardan oluşuyor. Birinci kuşağın
acısını içselleştiren üçüncü kuşak, bu acıya yol açan olayları
hayal etmek zorunda. Bu durumlarda insanların son derece yaratıcı olduğu,
toplantıda açıklandı. Yani Ermenilerde ‘Herkes kendisinin tarihçisi’ olmuştu.

Bu noktada yorumda bulunan bir İngiliz psikanalist, insanların genetik hafızası
da olduğuna işaret etti. Yani evrimde vukubulduğu kuşkusuz büyük vahşetin
birikimi hafızamızın derinliklerinde sessizce yaşıyor ve hayatımızda
vukubulan faciaların hatıraları bu hafızayla karışıp, başımıza
gelenleri evrimdeki vahşet boyutunda mübalağa etmemize yol açıyor. Eğer

bu doğruysa, Türklerin böylesine mübalağa edilmiş bir geçmişin
sorumluluğunu üstlenip Ermenileri kurtarması imkânsız denecek kadar zor.

Yaşlı bir İngiliz profesör, Ermenilerin bu ruh halinin toplumsal
dinamizmlerini son derece olumsuz etkileyeceğini, en insani biçimde dile
getirdi. Paneldekilerin sorunu anladıkları, ama çözümde çaresiz kaldıkları
hissedildi.

Bir başka panelist olan Calonne, şair Alişan gibi, Saroyan, Nacaryan ve
Balakyan’ın eserlerinde de büyükanne figürünün önemli rolüne işaret
etti. Büyükanne faciayı yeni kuşaklara anlatan, geçmişle bağı kuran
unsurdu. Alişan’da büyükanne ‘halkının tarihi gibi deli’ idi. Bu deliliği
torununa geçirmişti. Calonne, büyükannenin, Erich Neumann’ın ‘Büyük Ana’
kitabındaki ‘Magna Mater’ niteliği kazandığını söyledi. Bazı Jungçular
bu tektanrı öncesi figürün hayli regresif bir ruh halini yansıttığını
ve deliliğe yakın olduğunu iddia ediyor.

Acaba sorun içinden çıkılmaz halde mi?

Yorumlar kapatıldı.