İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Cengiz Çandar: Kafkasya’daki saatli bomba…

Türkiye’nin tüm dikkatleri Başbakan Bülent Ecevit’in Amerika gezisine odaklanmış durumda. Gezi, 11 Eylül sonrasına denk geldiği ve Amerika’nın Türkiye’ye söz konusu ‘yeni dönem’de verdiği ‘yeni önem ve değeri’ göstermek amacıyla George W.Bush’un daveti üzerine gerçekleştiği için, Türkiye’deki ‘beklentiler’ birden yükseliverdi.

Ve, çok kez olduğu gibi bu ‘beklentiler’ gerçekçi her türlü boyutu aşıp, ‘hayal alemi’ne transfer oluverdiler. O nedenle olsa gerek, ziyaret arefesinde Türk medyasının durumun farkına varan bazı kalemleri sonradan duyulabilecek ‘hayal kırıklıkları’nın önüne geçmek amacıyla, kamuoyunun ‘beklentileri’ni aşağıya çekmeye çalışıyorlar.

Sonuçların ne olacağını, Beyaz Saray görüşmesinin ardından anlayabileceğiz. Bush-Ecevit temasının, büyük ihtimalle, basına asla yansıtılmayacak olan ve yakın gelecekte anlamı kavranabilecek olan ‘gizli yönü’ de olacak. Bu, ‘Irak ve geleceği’ne ilişkin taahhütlerle ilgili olabilir.

Ecevit’in 1999 sonbaharında yaptığı ziyaret sırasında Washington’daydım. Ziyareti olabildiğince yakından izledim ve daha önce birkaçını izlemiş olduğum Turgut Özal ve Tansu Çiller ziyaretleriyle kıyaslama imkanını edindim. O ziyaretlere oranla hayli sönüktü Ecevit’in 1999 ziyareti. Ama, Türk kamuoyu, bizim medya sayesinde, ‘tarihi bir ziyaret’ olduğuna inandırılmak istendi. Beyaz Saray bahçesinde mikrofonu eline alan Türk televizyon yorumcusu, üzerine basa basa, ziyaretin ‘tarihi niteliği’ni vurguluyordu. Belki de, ‘anti-Amerikan’ diye adı çıkmış Ecevit’in çok uzun yıllar sonra Başbakan olabilmesi ve bu sıfatıyla Beyaz Saray’a girmesi ve Blair House’da konuk edilmesi, birçok Türk basını mensubu açısından ‘tarihi’ addediliyordu.

Oysa, ne Beyaz Saray’daki görüşmeler ve ne de Ecevit’in genel performansına bakıldığında, ziyaretin hiçbir ‘tarihi özelliği’ göze çarpmıyordu. Bu kez, -11 Eylül sonrasına denk geldiği için- farklı olabilir. Göreceğiz…

Şu günlerde benim için ‘tarihi’ olan ise, Dağlık Karabağ’a ayak basmamdı. Bu sayede, yıllardır büyük ilgi duyduğum bölgenin ‘sorun kaynağı’ Dağlık Karabağ’ı görebildim ve Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan arasındaki ‘üçlü ilişki’nin özelliklerini ve boyutlarını çok daha somut bir biçimde görebildim. Ermenistan’ı ise ‘içinden’, altı buçuk yıl önceki gidişimde öğrendiklerime oranla daha derinden kavrayabildim.

Ülkeler, esas olarak, ‘yerden’, yani insanlarıyla yakın temastan anlaşılabilir. ‘Havadan’ ve oldukça alçaktan görülmeleri halinde, daha da kapsamlı biçimde kavranabiliyorlar. Dağlık Karabağ’a Erivan’dan kalkan bir helikopterle -dört kişilik bir Türk gazeteci grubu- gittik. Erivan-Stepanekert (Hankent) arasında helikopter seferi bir saat yirmi dakika sürüyor. Bunun yarı süresi, Ağrı Dağı ile, kelimelere dökülemeyecek büyülü ve harikulade bir temaşa ile geçiyor. Talihliydik, zira çok kez zirvesi bulutlara gömülü o mistik Ağrı’yı, pırıl pırıl bir havada, tüm yüceliğini bembeyaz bir örtüye bürünerek ve yine beyaz giydirdiği Küçük Ağrı’yı yanıbaşına almış haliyle, olanca vakarı içinde karşı konulmaz bir çekicilikle sunmuşken, seyrettik…

Ağrı Dağı’nı omuz başlarımıza ve Nahcıvan’ı sağımıza alarak Dağlık Karabağ’a dek, bitmez tükenmez, karlar içindeki Ermenistan’ın dağları üzerinden uçtuk. Laçin Koridoru üzerinden uçarken, bu koridorun bir ‘coğrafi-topografik’ anlam taşımadığını gördüm. İnce, düz bir koridor söz konusu değil. Birbirlerine eklenen sıradağlar arasında, insan elinin harita çizerken uydurduğu bir ‘kavram’ Laçin koridoru. Ermenistan ile Karabağ arasında, birkaç kilometre kadar birbirine yaklaşan Azerbaycan-Ermenistan arasındaki uluslararası sınırın kuzey ve güneyinde kalan geniş Azerbaycan toprakları da, Ermeni işgali altındaydı. Yüksek sıradağların bir noktasında Karabağ üzerine geldik. ‘Dağlık Karabağ’ adının verilmesi, belli ki, doğusu ve kuzeyindeki düz Azerbaycan topraklarından bakıldığında görülen dağ silsilelerinden ötürü… Zira, güneyindeki Azerbaycan toprakları ile batısındaki Ermenistan toprakları da, Karabağ gibi dağlık.

Karabağ ile tarihi merkezi Şuşa, eş anlamlı gibidir. Gözalıcı tarihi surların içinde karlara gömülmüş, adeta bir yüce dağ zirvesinin üzerinde oturan Azerbaycan kültürünün merkezi Şuşa’nın üzerinden süzülüp, 1992’deki ünlü katliamın hedefi Hocalı’daki havaalanı pistine indik. On dakikalık bir yolu katederek Dağlık Karabağ’ın ‘başkenti’ Stepanekert’e girdik. Sağımız solumuz, önümüz arkamız kat kat dağ sıraları… Şuşa, 7-8 kilometre daha ilerlerseniz, daha doğrusu buzlu ve sekiz çizen virajlarla, bir 1000 metre daha göğe tırmanırsanız orada…

Dağlık Karabağ coğrafyasını, havadan ve karadan görünce, 9 milyonluk Azerbaycan’ın ‘askeri olarak’, 3 milyonluk Ermenistan’a yenik düşmesini insanın hafsalası kolay kolay almıyor.

Dağlık Karabağ’ın nüfusu, nüfusun dörtte birini oluşturan Azerilerle birlikte 180 bin kadarmış. Artık tek bir Azeri yok. Geri kalan Ermenilerin bir bölümü de, KKTC’den daha büyük bir alan kaplayan 6141 kilometre karelik Dağlık Karabağ’ı terketmiş. Şimdi, nüfus 90 bin kadar hesaplanıyor. Bunun üçte ikisine yakını, ağır çekim bir hayat süren Stepanekert’te.

Ne gam. Kendisini bir ‘bağımsız devlet’in Cumhurbaşkanı sayan Arkadi Lukasyan, kendilerinin katılmadığı ‘hiçbir çözümün mümkün olamayacağını’ öne sürerek; ‘Parlamentomuz var. Hükümetimiz var. Biz bir bağımsız devletiz’ diyor. Bayan ‘Dışişleri Bakanı’ Naira Melkunyan ise, ‘Orta Asya’dan Hazar’a kadar dört tane Türk devleti var. Araplardan hiç söz etmiyorum bile. Türkiye-Ermenistan sınırından Hazar Denizi’ne kadar üç devlet (Ermenistan, Dağlık Karabağ, Azerbaycan) niye olmasın?” diye ‘Cumhurbaşkanı’nı destekliyor.

Dağlık Karabağ’ın bayrağı da var. Ermenistan’ın portakal rengi, lacivert, kırmızı yatay şeritli bayrağının üzerinde üçgen yapan beyaz kırık çizgiler. Azerbaycan’ın yüzde 25 toprağını işgal altında tutan ise Ermenistan değil, ‘Karabağ Savunma Kuvvetleri’ imiş. Ama, Ermenistan’dan ‘destek gördükleri’ni ‘kabul’ ediyorlar.

Topografyayı gördükten sonra, Azerbaycan topraklarında işgalin kalkması ile Dağlık Karabağ sorununun çözümünün içiçe olduğunu anlamak zor olmuyor.

Güney Kafkasya’da hernekadar hayat durmuş ve pek ‘istikrarlı’ gibi gözükse de, ‘Dağlık Karabağ sorunu’nun fitili çekilmiş bir saatli bomba olarak ‘geleceği beklediğini’ seziyorum. ‘İnfilakı’ halinde işin içine Türkiye, İran, Rusya ve Amerika ve hatta Minsk Grubu’nun kompozisyonundan ötürü AB’yi de dahil edecek tehlikeli çapıyla…

Ermenistan’dan Türkiye’ye bakış?

Bu konuya, Ecevit’in Washington ziyaretinden sonra döneriz…

Yorumlar kapatıldı.