İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Radikal: `Yerli yabancılar´ımız

Mebuse Tekay: Hukukçu

On yıl sonra yurtdışından dönen arkadaşımla birlikte köyüne gitmiştik. İçi içine sığmıyordu. Ne bulutlarla bezeli dağlar, ne ormanlar, ne öbek öbek açan papatyalar, ne denize kavuşmakta sabırsızlanan dereler gittiğini bile fark etmemişler, onun yokluğu, yaşamlarında bir değişiklik yaratmamıştı.

Herşey, bıraktığı gibiydi, köyün tabelası dışında.Fırtına Vadisi’ne bir kartal gibi tepeden bakan, patika benzeri bir yoldan zorlukla ulaşılan Pişuva Köyü’nün adı, artık Yolkıyı idi. Tabelaya çakılıp kalan, ağlasa mı gülse mi şaşıran bakışlarını görünce, köyün adını değiştiren İçişleri Bakanı benmişim gibi utanmıştım. Azınlık vakıflarının sahip olduğu taşınmazlara el konulması sorununu çözmek iddiasıyla düzenlenen yasa tasarısını okuyunca aynı duyguya kapıldım.

Tasarı, uygulamadan doğan sorunu çözmek yerine, haksızlığı yasal ve kalıcı hale getiriyor. Devlete vatandaşlık bağıyla bağlı gayrimüslim azınlıkları, tıpkı Osmanlı’daki zımmiler gibi, sınırlı haklı yabancılar sayıyor.

İlgili mevzuat ve sürecin özeti Tasarı,
Anayasa’nın eşitlikle ilgili 10, mülkiyetle ilgili 35, Medeni Yasa’nın tüzelkişilerin haklarını düzenleyen 46 ve Lozan Antlaşması’nın gayrimüslim azınlıklara ait vakıflara her türlü kolaylığın sağlanacağına ilişkin 42. maddelerine, 1328 tarihli kanunun gerekçeli mazbatasındaki açıklamalara ve TBMM’nin 2.7.1956 tarih, 1972 sayılı tefsir kararına aykırı içerikte.

Süreç şöyle özetlenebilir: Osmanlı padişahları fermanlarla, gayrimüslim cemaatlerin dinsel ve hayır kurumlarına (kilise, okul, yetimhane vb), yer tahsis etmiş, bunlar da fiilen vakıf olarak hayat bulmuşlar. Vakıf, bir malın sonsuza kadar kamu yararına hizmete sunulmasıdır. 1912’ye kadar Osmanlı’da tüzelkişilerin taşınmaz edinme olanağı olmadığından, tahsis edilen bu yerler, cemaatin güvenilir kişileri ya da ölmüş azizler adına tapuya geçirilmiş. 16.03.1328 (1912) tarihli kanunla, cemaatlere
ait kurumların tüzel kişiliği tanınmış ve tasarruf ettikleri taşınmazlar, tapuda vakıflar adına tescil edilmiş.
1935’te, Medeni Yasa’dan (1926) önce kurulmuş vakıflar için, Vakıflar Yasası çıkartılmış ve cemaat vakıflarından ellerindeki taşınmazları idareye bildirmeleri
istenmiş.

Azınlık vakıfları, bağışlanan, miras bırakılan veya satın aldıkları yerleri, bu beyannamelerle bildirmişler. 1936’dan sonra edinilen taşınmazlar, valiliklere bildirilmiş, valilik yazılarıyla da, bu yerler tapuda vakıf adına tescil edilmiş. 1960’larda Kıbrıs sorununa paralel olarak, azınlık vakıflarının mal edinmesi işlemlerine
olumsuz yanıt verilmeye başlanmış ve çıkan hukuki uyuşmazlıklar sonucunda 1974’te Yargıtay Hukuk Genel Kurulu (HGK), gayrimüslim azınlıkların taşınmaz edinmesini engelleyen kararını vermiş.

Karar iki gerekçeye dayanır:
1-Yabancıların oluşturduğu tüzelkişiliklerin taşınmaz edinmeleri yasal değildir.
2- Her vakfın bir kuruluş senedi olması gerekirken, cemaat vakıflarının yoktur, o halde 1936’da verdikleri beyannameleri vakıf senedi saymak gerekir ve bu beyannamelerde bu tarihten sonra da mal edinebileceklerine ilişkin açıklama yapmadıklarına göre, 1936’dan sonra edindikleri taşınmazların eski sahiplerine, yoksa mirasçılarına, o da yoksa Hazine’ye bedelsiz olarak iadesi gerekir. HGK 1975’te tekrar toplanarak, Türk vatandaşı gayrimüslimler için ‘yabancı’ tabiri kullanmadaki hatayı kabul edip, karardan bu utanç verici paragrafı çıkartmış ancak ikinci gerekçesine sahip çıkmış.

‘Vakıf senedi’ değil

Azınlık vakıfları, yüzlerce yıllık uygulamanın sonucunda çıkarılan yasa ile hukuken vakıf statüsü kazanmışlardır, dolayısıyla kuruluş senetleri yoktur. Bu bir eksiklik ise, beyanname istenilmesi yerine, vakıf senedi düzenlemelerinin istenilmesi gerekirdi.

Ne yasada, ne tüzükte, beyannamenin vakıf senedi sayılacağına ilişkin düzenleme yok. Hakların sınırlanması ancak yasayla olur. Beyanname, adı üstünde açıklayıcı bir işlem, vakfın elindeki taşınmazlar konusunda idareyi bilgilendirme amacına yönelik; vakıf kuruluş senedi ise, adı üstünde kurucu bir işlem. Birbiriyle ilgisi olmayan iki ayrı düzenleme söz konusu. Nitekim yasanın hükümet gerekçesinde, beyanname istenilmesinin nedeni ‘devlet denetiminin sağlanması’ olarak açıklanır. Kaldı ki, davaları açan da Vakıflar Genel Müdürlüğü’dür. Yani davalar, alanın ve bağışlayanların iradesinden bağımsız yürütülmüştür. Miras bırakılan mallar açısından ise, ölenin son arzusu da çiğnenmiştir.

HGK kararına dayanılarak o günden bu yana, Rum vakıflarına ait 100’ü aşkın, Ermeni vakıflarına ait 30’u aşkın taşınmaza, bedelsiz olarak el konulmuştur. Burada birer rakam gibi okuduğunuz her el koymanın ardında, binlerce insanın yaşamöyküsü, kırgınlığı, sessiz isyanı gizli.

Azınlık vakıflarının sessiz ama ısrarlı hukuk takiplerinin yanı sıra, bu akıl almaz hak ihlalinin saklanamaz hale gelişi ve AB ilerleme raporunda da soruna vurgu yapılması sonucunda, sorun bir yasa tasarısına eklendi. Tasarının 9/6 maddesi şöyle:

Cemaat vakıflarının 1936 tarihinden 1.1.2002’ye kadar her ne suretle olursa olsun iktisap ettiği taşınmazlar, Vakıflar Kanunu’nun 44. maddesine göre verilen (doğrusu geçici madde olmalı) 1936 tarihli beyannamelerine eklenir. Bu eklenme işlemine, Dışişleri ve İçişleri bakanlıklarının görüşü alınarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce karar verilir. (…)Yukarıdaki hükümlerin uygulanmasında devletlerarası mütekabiliyet şartı aranabilir.
Madde böyle yasalaşırsa, vakıfların elinden alınmamış taşınmazlara el konulmayabilecek ama sorun çözülmüş olmayacak. Çünkü ’36 Beyannamesi’nin vakıf senedi sayılmasına ilişkin hiçbir yasal dayanağı olmayan uygulama yasallaşacak. Ayrıca, bu ekleme işlemi için bile iki bakanlığın onayının aranması keyfiliğe prim vermektir. Hangi hallerde onay verilmeyebileceğinin ölçüsü yok. Bu yasadan sonra da, ’36 Beyannamesi’nin
azınlık vakıflarını mülksüzleştirme politikasının aracı olarak kullanılıp kullanılmayacağı, siyasi iktidarı elinde bulunduranların insafına bırakılmış olacak. Tüzel kişiliği tanınan azınlık vakıfları, taşınmaz edinmeye tam ehildir.

Türkiye, Lozan’ın 37-44. maddelerindeki azınlık haklarını temel yasa olarak tanımış ve hiçbir yasa, yönetmelik ve işlemin bu hükümlere aykırı olamayacağını taahhüt etmiş ve ihlal halinde azınlıkların başvuru hakkını ve Milletler Cemiyeti’nin (şimdi aynı işlevi BM üstleniyor) denetimini kabul etmiştir.

‘Mütekabiliyet’

Tasarının böyle yasalaşması, devletin kendi vatandaşlarının bir kısmını ‘yabancı’ saydığını gösterir. Zaten cemaat vakıflarıyla ilgili bu düzenleme, tasarıda, yabancı vakıflarla aynı maddede yer alıyor. Mütekabiliyet, en az iki devlet arasında uygulanan ve her devletin diğerinin vatandaşına da aynı türden haklar sağladığını gösteren bir ilke; iç hukuku değil, uluslararası hukuku ilgilendirir. Yabancı ise, ‘Bulunduğu ülkedeki devletin vatandaşlığını iddiaya hakkı olmayan kimse’ demektir; turistler gibi. Türkiye’nin Lozan’la tanıdığı azınlıklar ise, devlete vatandaşlık bağıyla bağlıdır.

TC, bu ülkede yaşayan Yunan uyruklu Rumlar için, Yunanistan’da yaşayan Müslüman/Türk soylulara tanınan hakları tanımakla yetinebilir ama kendi vatandaşı olan Rumlara ‘Yunanistan oradaki Müslüman /Türk soylulara hangi hakkı veriyorsa, ben de size yalnızca onu veririm’ diyemez.
Vatandaşlığın soya, dine bağlı yorumu geçen yüzyılda terk edildi. Bir hukuk devletinde, ona vatandaşlık bağıyla bağlı olanlar arasında dini ya da etnik kökene göre ayrım yapılamaz. Gerçek ya da tüzelkişi olsun gayrimüslim vatandaşların tüm hakları, Türk ve Müslüman olanlardan olumsuz anlamda farklı düzenlenemez. Hukuk niçin vardır sorusunun bir yanıtı olmalı ve bu yanıt, bizim hak ve adalet duygumuzu zedelememeli.

Yorumlar kapatıldı.