İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Niyet’le çözüm olmaz

Yazının tamamı şöyle…

Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı her türlü görevi yerine getirmekle mükellef
ve ‘azınlık’ diye adlandırdığımız bazı insanlarımızın endişeleri bugün
yeniden Türkiyemizin gündemine oturmuş durumda… Bu insanlarımızın ‘azınlık’
olarak adlandırılmalarının tek nedeni ise, onların, çoğunluğa göre yalnız
ve yalnız kendilerini ilgilendiren, dil, din, ırk, ve kültür farklılıklarına
sahip oluşlarıdır.

Çoğunluk açısından ise; bu ‘azınlık’ etiketi altında toplanan
insanlar, çok çok kendisini (çoğunluğu) zenginleştiren bir unsur olma özelliğini
taşırlar, yoksa bu özelliklerinden
dolayı, onlara karşı ‘farklı ve eksik bir ihtimam ile’ davranılması, bırakalım
uluslararası anlaşmaları, veya Türkiyemizin Lozan gibi (bu ülkenin doğmasına
temel teşkil eden en önemli) bir antlaşmanın altına imza atmış olmasını,
özbeöz Anayasamızın 10. maddesi ile de yasaklanmıştır.

Ama tüm ulusal ve uluslararası taahhüt ve teminatlara karşın; çoğunluk,
yani devlet ve doğal olarak, ona bakıp, onu örnek alıp kendi davranışlarını
düzenleyen toplum, azınlıklara ‘farklı bir davranışta bulunma hakkını!’
kendinde görüyorsa, burda hem ulusal, hem uluslararası hukuk, hem evrensel
demokrasi ve insan hakları ilkelerince ve hem de ulusal bazda, çok ciddi
sorunlar var demektir.

Çifte standart

Devletimizin ve davranışlarını ona göre düzenleyen toplumun; adı ‘azınlıklar’
diye geçen insanlarımıza, ‘çifte standart’la davranması söz konusu olduğunda,
haliyle bizzat azınlıkların ve aynı zamanda çoğunluğa mensup, yüksek
niteliklerle donanmış insanlarmızın endişe duymaları kaçınılmaz. Türkiyemizin
dünyadaki layık olduğu
onurlu yerini alabilmesi için sabırsızlanan bu insanların duydukları endişeler
nereden kaynaklanmaktadır? Endişe yaratan uygulamaların en çarpıcı ve güncel
örneği, ‘azınlıkların (camialarına ait) malvarlıklarına el konuluyor’
izlenimi doğuran azınlık vakıfları, yani, ‘1936 Beyannamesi’nin yarattığı
sorunlardır. Hükümetin, hazırladığı bir yasa tasarısıyla el atmaya
karar verdiği ‘azınlık vakıfları’ diye adlandırılan sorunun ve 1936
Beyannamesi’nin ne olup ne olmadığını kısaca anlatmakta yarar var.
Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün hasta düşmesiyle birlikte
zamanın siyasileri tarafından 1936’da alelacele 2762 sayılı bir ‘Vakıflar
Kanunu’ çıkarılır.

Ünlü Yargıtay kararı

Amacı, sadece azınlık mensuplarının değil, çoğunluğun değerli aydınları
tarafından bile eleştirilen bu yasayla şöyle bir uygulamaya geçilir:
Azınlık vakıflarına, ‘Bügün itibarıyla, neyiniz var neyiniz yok devlete
deklare edin’ emri yollanır. Bu vakfılar da, kendi çalışmaları, bağışlar
ve Osmanlı dönemindeki takdirlerle sahip oldukları malvarlıklarının
listesini Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne iletirler. Bu listeye daha sonra ’36
Beyannamesi’ adı verilir. Sonraki yıllarda bu vakıfların sorumlularından, bütün
ısrarlara rağmen, yeni beyanname istenmez. Böylece, azınlık vakıflarına,
‘mal mülk edinme yasağı’ gelmiş olur.

Devlet, 1936’dan sonra, 1971 yılına gelene kadar durumu adeta ‘idare
ederek’ vakıf mallarına hiçbir şekilde dokunmamıştır. Ancak, 1971’de, İstanbul
3. Sulh Hukuk Mahkemesi’nde, Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Yönetim Kurulu ile
Maliye Hazinesi arasında ’36 Beyannamesi davaları’nın ilki başlamış, sonuçta
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 1974’te oybirliğiyle, azınlık vakıflarının 36
Beyannamesi’nde bulunmayan malları sonradan edinemeyeceğini kararlaştırmıştır.
(Hemen belirtmek gerekir ki, 36-71 arasında vakıf yöneticileri, yasal
yollardan haklarını arayarak soruna köklü bir çözüm talep etme cesareti göstermemiştir.)

Vatandaş ‘yabancı’ mı?

İşte anlattığımız bu Yargıtay kararı daha sonra emsal içtihat teşkil
etmiş ve bütün davalar vakıflar aleyhine bitmiştir.
Ülkemizin Yargıtay gibi yüce bir makamı, ‘Türk olmayanlar’ın oluşturduğu
tüzelkişiliklerin, taşınmaz mal edinmelerinin yasak olduğunu’ ifade
edebilmiştir.
Burda, yanlış anlaşılmaya yer vermemek için altını çizip vurgulamakta
yarar var: ‘Türk olmayanlar’ diye nitelenenler, bu ülkede, çeşitli
nedenlerle yaşayıp, ticari ya da kültürel etkinliklerde bulunan Fransızlar,
İngilizler, Amerikalılar vs. değil, bu ülkenin ceremesini çoğunluktan
farksız biçimde çeken, Ermeni, Rum ve Musevi kökenli, fazlası, eksiği
olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.

Üst mercilerde takınılan tutumların topluma nasıl yayıldığına ilişkin
bir parantez açalım: 26 Aralık 2001’de, basınımızın çok saygın
gazetelerinde, Türkiye’deki Noel
ayinlerine Müslüman yurttaşlarımızın da katıldığını belirtmek için,
‘Türkler de ayinlere katıldı’ başlıkları kullanıldı. ‘Türk olmayanlar’
ifadesi bir yüksek hukuk makamınca kullanıldığında, gazetelerin de bu üslubu
benimsemesi neredeyse kaçınılmaz hale geliyor.

Tescil eksiği

Konumuza dönüp hemen belirtmeliyiz ki, 1936 Beyannamesi’nde yer almasına
rağmen çok sayıda taşınmazın henüz azınlık vakıfları adına tescili
bile yapılamamıştır; tam 65 yıldır öylece beklemektedir.
Gelelim hükümetin bu konuda hazırladığı son yasa tasarısına. Tasarı,
yetkililerin sorunları giderme niyeti taşıdığını ortaya koyması açısından
çok sevindirici. Ancak, bu niyetin gerçekleşebilmesi için bazı kaygı
verici noktaların netleştirilmesi gerekiyor:
Tasarıda, 1936’dan, 1 Ocak 2002’ye kadar edinilen malların 1936 Beyannamesi’ne
eklenmesi öngörülüyor; ancak bu İçişleri ve Dışişleri bakanlıklarının
oluruna bırakılıyor. Olur için hangi kıstasların esas alınacağı ise muğlak
kalmış durumda. Bu da keyfi uygulamalara yol açabileceği kaygısına yol açıyor.
Önerilen düzenleme aşağıdaki gibi:
"Azınlık vakıflarının 1936’dan 1 Ocak 2002’ye kadar her ne suretle
olursa iktisap etmiş olduğu gayrimenkuller, 1936 tarihli beyannamesine
eklenir. Vakıflara satın alma, bağış, ölüme bağlı tasarruflar ve
benzeri yolla ellerinde bulundurdukları gayrimenkullerin 1936 listelerine
eklenmesine Dışişleri ve İçişleri Bakanlığı’nın uygun görüşü alınarak
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce karar verilir. Bu vakıfların taşınmaz
iktisab etmeleri ve taşınmazları üzerinde her türlü tasarrufta bulunmalarına
Dışişleri ve İçişleri bakanlıklarının uygun görüşüyle Vakıflar
Genel Müdürlüğü karar verir."

Çözme niyeti açık

İlgili hükümlerin uygulanmasında ‘mütekabiliyet’ koşulunun da
aranabilmesi hükmünün getirilmesi, birer Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu olan
azınlık vakıflarını
‘yabancı’ sayan mantığın Türkçe tercümesiyle karşılaşmak anlamına
gelir. Tasarının bu haliyle yasalaşması durumunda, sorunu çözme niyeti açıkça
görülmesine rağmen, bu ‘resmi niyet’i gerçekleştirmeye yönelik
eksiklikleri gideremeyecektir.

Bir önemli nokta da şudur: Aradaki dönemde kaybedilmiş hakların ne olacağına
değinilmiş değildir. Üstelik, 1936 Beyannamesi’nin yarattığı türden
uygulamalarla bir daha karşılaşılamayacağının teminatının ne olduğu da
anlaşılmıyor. Kendi toplumunun ‘azınlığa mensup’ sayılan insanlarının
sorunlarına eğilmeyen çoğunluğun, belli bir süre sonra, aynı sorunlarla
kendisinin de baş başa kalacağını unutmaması gerekir. Cünkü şu veya bu
yönden toplumun ‘azınlığı’ olan kesime eziyet etmekte bir mahzur görmeyen
zihniyet, yarın öteki gün ‘azınlık’ kalmadığı anda, çoğunluk arasından,
mutlaka bir ‘yeni azınlık’ yaratacaktır.

Çünkü kimliğini sürekli ‘birilerine ve bir şeylere karşı olma’
temelleri üzerine inşa edenler, varlıklarını sürdürebilmek için sürekli
‘yeni karşıtlar’a gereksinim duyarlar.

Yorumlar kapatıldı.