İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Turgut Tarhanlı: Cehalet salkımı ve hukuk

Turgut Tarhanlı Radikal’de bugün yayınlanan yazısında Salkım Hanım’ın Taneleri filmiyle tekrar popülerleşen Varlık Vergisi’ne 1940ların hukuku çercevesinde bir bakış getiriyor.

‘Salkım Hanımın Taneleri’ adlı film üzerinde, son günlerde yaratılan
tartışmanın, Murat Belge’nin ifadesiyle en korkunç tarafı, bu sayede bir
sosyal hafıza kaybının dayatılmasının ne kadar da meşru olduğu ve bunun
nasıl da kaba bir biçimde ortaya dökülebileceğini göstermesinde toplanıyor.

Türkiye’nin tek parti yönetimi altındaki yılları, bu döneme rastlayan
İkinci Dünya Savaşı’ndaki ideolojik çarpışmanın Türkiye’deki siyasi ve
sosyal görünümü, özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde gerçekleştirilen
araştırmalarla derinlemesine incelendi. Dolayısıyla Türkiye’nin sosyal
bilimler dağarcığında, bu döneme ilişkin siyasi konularda bir – iki söz söylemek
isteyen ‘iddialı’ kişilerin ulaşabileceği ve ince bir kuyumculuk örneği
sayılabilecek birçok eser var.

‘Salkım Hanımın Taneleri’ filmiyle başlatılan tartışmanın doğal
olarak geldiği nokta, 1940’ların başlarında yürürlüğe konulan varlık
vergisi uygulamasıyla, özellikle Müslüman olmayan Türkiye vatandaşlarına
karşı bir ayrımcılığın uygulanması. Bu uygulamaya, bugünün hukuki bakışıyla
bir anlam vermeye çalışırsak, ortaya çıkan tablo vahim bir manzara gösterebilir.
Kişi dokunulmazlığı hakkı, hak arama özgürlüğü, mülkiyet hakkı, girişim
özgürlüğü, özel yaşamın gizliliği hakkının bu uygulama sırasında
yaygın bir biçimde ihlali söz konusudur. Bunlara ek olarak, ağırlıklı
olarak bu haklarından yoksun kalan kişilerin dini ve etnik bakımdan kategorik
bir ayrıma tabi tutulması, ayrıca eşitlik hakkı veya ayrımcılık yapmama
yükümlülüğü konusunda da bir ihlal sonucunu doğurur.

Denilebilir ki, savaş koşullarında bu denli inceden inceye bir hak tahlili
yapmak abestir. Kaldı ki, o dönemde, henüz bir uluslararası insan hakları
hukuku anlayışından söz edilmesi de mümkün değildir. Böyle olsa bile, en
azından 1924 Anayasası, ‘Türklerin Kamu Hakları’ başlığı altında, yukarıda
sayılan hakların tanındığını belirtir. ‘Türk’ sözcüğü de ayrıca açıklanarak,
din ve ırk bakımından ayırt edilmeksizin sahip olunacak vatandaşlık olarak
vurgulanır. Ama varlık vergisi icraatı, bu anayasal tanımlara da uygun bir yönde
gelişmedi.

Bu hukuki konularda yapılacak bir tartışmada hiç göz ardı edilemeyecek
bir referans norm daha var. Ve üstelik bu, pek aşina olduğumuz bir
uluslararası belge olan Lozan Barış Antlaşması. Bu uluslararası antlaşmanın
‘Azınlıkların Korunması’ başlığı altındaki hükümlerinin ilkinde, Türkiye’nin,
bu hükümleri ‘temel yasalar’ şeklinde bir hukuki güce sahip olarak tanıdığı
belirtilir.

Antlaşmadaki bu ‘azınlık’ tanımının, hukuken sadece Müslüman olmayan
azınlıkları kapsadığı da bilinir. 1940’ların ilk yarısında, belki bir
uluslararası insan hakları hukukundan söz edilemezdi ve hatta Türkiye, henüz
yeşermekte olan Birleşmiş Milletler hareketi içinde bile değildi. Ama,
insanlar arasında her anlamda ‘ayrımcılık yapmama’ ve vatandaşların
‘kanunlar önündeki eşitliği’ gibi kurallar, çoktan beri bir hukuk kuralı
niteliğini kazanmıştı. Ve Türkiye’nin Lozan Barış Antlaşması’yla üstlendiği,
ülkesindeki ‘Azınlıkların Korunması’ konusundaki yükümlülüğü de,
Milletler Cemiyeti bünyesinde kabul edilen, bu anlamda bir uluslararası koruma
rejimine dayanıyordu.

Bu bağlamda ortaya çıkan ve ciddi boyutlarda bir ihlalin neden olduğu mağduriyetin
giderilmesi için, ülkemizdeki Müslüman olmayan azınlık cemaatlerinin bir
tedirginlik veya ürkekliği aşamaması, başlı başına bir mazeret sayılamaz.
Zira devlet tarafının, böyle bir hukuki yükümlülüğü kendi nitelikleri
arasında kabul ettiği hukuken tartışmasız olduğuna göre, bunun, karşı
taraftaki bir çekingenliğe bağlı olarak izale olacağını düşünmek
abestir.

İshak Alaton, birey olarak, babasının yaşamına da mal olan bu trajik anının
üstesinden gelebildiğini belirtiyor. Keşke, toplum olarak da, hafızamızdaki
bu anıları depreştirecek medeni araçları daha fazla çoğaltabilseydik.

Yorumlar kapatıldı.