İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

RadikalKitap: Ermenistan’da bir Türk yazar!

Aslı Erdoğan, Ermenistan’da düzenlenen Edebiyat Teknesi 2001 Projesi’ndeki izlenimlerini anlatıyor

Başlık yanıltmasın. Bu yazı, ünlem işaretinin önüne dizili dört sözcükten
ilkiyle ilgili olacak. Çok uzun olmayacak.
İlki, en az bilineni, tam da bu nedenle en kolay anlatılanı… Çünkü gelip
geçici bir konukluk, ayrılık acısından başka hangi acıyı içerebilir ki?
Belki de, bütün kimliklerin, hatta varoluşun kendisinin bile bir konukluk
olduğunu kabullenememektir bunca acının nedeni.

Yeni bir ülke: Gerçek yolculuklara inanmayan birine yeni bir ülke,
yalnızca tek bir sınırı aşarak gidilen, ama o sınırın da kapalı tutulduğu
bir ülke ne vaat edebilir?
Yarı – resmi bir yazarlar toplantısına gidiyorsanız, sizi bekleyen yalnızca
paneller ve konuşmalardır. Gaf yapmadan tamamlamayı umduğunuz basın toplantıları,
yakanıza iğnelenmiş kimliğinizle -adınız ve milliyetiniz katılacağınız
toplu geziler, hep zeki, ilgili, zarif görünmek zorunda olduğunuz, saatler süren
yemekler… Bin yıllık bir geçmişin ağır, çok ağır yüküyle karşısına
yapayalnız çıkacağınız, üçüncü bir dilde sesleneceğiniz bir okur /
izleyici kitlesi. Dost mu, düşman mı olduğu kestirilemeyen, ne dostluğunu,
ne düşmanlığını hak ettiğiniz bir ‘okur’!
Elinde valiziyle, bir havaalanında, kendi adını taşıyan görevliye doğru yürürken
insan, bu ‘yeni ülke’nin, ona yeni bir şey öğretebileceğine inanabilir mi?
Geri döndüğünde, İthakaların ne anlama geldiğini daha iyi bileceğini?..

İthaka
Sanırım, bunu konuşmadık. On üç ülkeden on beş yazar, Afganistan’ın
bombalanmaya başladığı günlerde Erivan’da toplandık. Birbirimizi tanıyorduk,
birlikte bir tren yolculuğu yapmıştık. (44 ülkeden 107 yazarın katıldığı
Edebiyat Ekspresi projesi.) Üçümüz savaş görmüştü. Neredeyse her şeyi,
bizden beklenecek her şeyi konuştuk. Çok – kültürlülük, diller, Doğu –
Batı, edebiyatın (kaybolan) yeri, medya, milliyetçilik, oryantalizm… Ve
arada bir, söz kalabalığının arasından fırlayan, yakaya asılı kimliğin
ansızın boyuna batması gibi acı veren bir soru: Neden yazıyorsunuz?
Sanırım, İthakaların ne anlama geldiği üzerine konuşmadık.

Doğu – Batı: Ben Bizans’a bin yıl başkentlik etmiş bir kentte doğdum.
Asya ile Avrupa arasında coğrafi sınır kabul edilmiş bir boğazla ikiye ayrılan
bir kentte. O boğaz benim içimde de akıyor, biri yüzeyde, diğeri diplerde
iki ters yöne akıntısıyla…
Benim dilimde temmuz ayı, Babil Tanrısı Tammuz’dan gelir ve bu tanrı, ‘Batı’nın
Yunanlılardan öğrenip Adonis diye adlandırdığı tanrıdır. Doğu ile Batı’nın
hiçbir zaman yan yana gelemeyeceğini söyleyen Rudyard Kipling’e yanıtım aslında
bir soru: Doğu ile Batı nasıl ayrıldı? Ve neden?

İkiyüzlü okur!
Telaşla üniversite binasına girdim, bir saat geç kalmışım. Uzun
koridorlarda koşturuyorum.
Güç bela bulduğum salonun kapısını açar açmaz, sıcak, boğucu hava yüzüme
çarpıyor. Gözler üzerime çevriliyor, söyleşilerini okudukları, Türk
yazarı bu solgun kadın mı? İsmim anons ediliyor, ‘İstanbullu’ diye tanıtıyor
beni David Maradyan.
Sahnedeyim. Uzun bir tarihin yüküyle ağırlaşmış ‘ama ben, yalnızca
benim’ demekte ısrarlı, bin kişinin önünde duruyorum. Çokseslilik üzerine
yazdığım, Ermenice’ye dizeler halinde çevrilmiş metin okunuyor. "Bir
ses, bir fısıltı, bir gürültü ne zaman müziğe dönüşür?"
Son cümleden, Baudelaire’den alıntıdan sonra korktuğum başıma geliyor,
salona bir sessizlik çöküyor. ‘İkiyüzlü okur! Dostum, benzerim!’ Alkışlar
içinde, kendimi her zamankinden yalnız, her zamankinden ikiyüzlü hissederek
yerime dönüyorum.

Bir dostluk: Herkesten erken kalktığımız bir sabah, restoran
vagonunda fark ettik birbirimizi. İkimiz de art arda çay ve sigara içiyorduk.
Elli yaşlarındaydı. Ufak – tefek sinirli görünümlüydü. Hep kravat takardı.
İlk konuşmamız Paradjanov ve Yılmaz Güney üzerineydi. Halkların değil
bireylerin dost olabileceğine inanırdı.
Ama onu ilk kez bir Doğu Avrupa kentinde dinledim. Yeni zengin Rusların ve bu
yabancı kentte nereye gideceğini bilmeyen uluslararası topluluğumuzun doluştuğu
bir otel barında… Birasını aldı, piyanonun başına geçti, bir – iki
dakika kıpırtısız bekledi. Sonra, onun müziğini duydum.
"Sen geçmişten sorumlu değilsin, ben de değilim. Ama geçmiş, biz ona
bakmasak bile, hep bu anın içinde," demişti.
Erivan’da, artık resmiyetin dizginleyemediği bir dostlukla vedalaşırken,
"Aslıcan, sen ve ben, bizler, ‘ayrılmanın bilimini’ bir daha öğreniyoruz,"
diyerek uğurladı beni.

Yazarlık misyonu: Yazar, hep muhaliftir. "Hiçbirimizin itiraz
etmeyeceği bir cümle. Ya sistemle, tam karşıtı, zıt uçlarda dursalar da
aynı dili konuşuyorlarsa?"
Yazarlık benim misyonum değil. Yalnızca elimden bu geliyor, bu kadarı… Başka
türlüsünü yapamadığım için yazıyorum, susarsam eksileceğimi hissettiğim
için konuşuyorum.

Bir anı: Kapalı sınırda, hiç kimseye ait olmayan bölge,
kilometrelerce dikenli tel arasında uzanıyor. Yalnızca dağlar… Uzaklarda
Ani kalıntıları seçiliyor. Bir Rus askeri, Türkiye’ye yaklaşınca çalışan
cep telefonunu açmış, Rusya’yı arıyor. Hiç kimseye ait olmayan topraklarda
Rusça sözcükler yankılanıyor: Anne! Anne! Ben iyiyim! Merak etme!

İzlenimler: Çorak dağların arasından ansızın beliriverdi
Erivan, içten içe yanan bir vadi gibi. Kızılımsı tüf taşının sonbahar
ışığında yarattığı büyülü görünüm…
Çok eski kentlere özgü gizeme sahip bir kentte, her adım Ağrı Dağı’nın
gölgesi altında atılıyor. Bilge ve suskun Ağrı, zamanın kalın derisinden
sızan seslerin, fısıltıların
bekçisi gibi.
Dağlar arasına kapanmış bu ülkeye bakmak yeryüzünün kendisine bakmak
gibi. Yalın, karanlık, etkileyici kiliseler, kanı ve tufanı tanıyan bu
toprakların, bir halkla evliliğini kutsuyor gibi.

Bir anı: Milliyetçilik – edebiyat ilişkisinin tartışıldığı
bir panel. Duyduğum her söz, daha önce defalarca yinelenmiş gibi. Yanımda
genç bir kadın şair oturuyor, az önceki ‘mitsel Ermenistan – gerçek
Ermenistan’ konuşması pek beğenilmemiş. Kendi yapıtlarından bunca söz
etmesi de gençliğine bağlanıyor.
Ona su şişesini ve bardağı uzatıyorum, o da bana İngilizceye çevirdiği
şiirlerini… Bizi her şeyiyle görmezden gelen bu dünyanın acısıyla,
birbirimize gülümsüyoruz.
Sesler: On üç ayrı ülkeden, on beş kişi bir akşam yemeğinde toplanmışız.
Ortak diller aracılığıyla konuşuyoruz, birbirimizin edebiyatını aracı
diller sayesinde tanıdığımız gibi… Üçümüz savaş görmüş. Eski bir
Kafkas geleneği, herkes teker teker kadehini kaldırıp, bir konuşma yapıyor.
Dostluk, barış, sevgi sözcükleri gecede havai fişekler gibi patlıyor.
Belki herkes ertesi sabah aşırı duygusal konuşmasından utanacak.
O gece Afganistan’a bombalar yağmaya başlıyor. Seslerimiz koskoca evrende dağılıyor,
dostluklarımız gibi, anlarımız, anılarımız gibi.

Edebiyat Teknesi 2001 Projesi, Ermenistan Yazarlar Birliği ve Kültür
Bakanlığı işbirliğiyle gerçekleşti, yirmiye yakın yazar davet edildi.

Yorumlar kapatıldı.