İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

2001-7572/9660 nolu Yargıtay Kararı

Beyoğlu 3.Asliye Hukuk Hakimlerinin 19.12.2000 tarihinde almış oldukları 715/747 nolu karara itiraz eden Surp Pırgiç Ermeni Hastanesinin karar düzeltme talebiyle Yargıtay’a yaptığı başvurunun neticesinde, Yargıtay’ın 25.9.2001 tarihinde almış olduğu kararın metnini yayımlıyoruz.


T.C.
YARGITAY
1.HUKUK DAİRESİ
Sayı:
Esas 2001 Karar
7572 9660

YARGITAY İLAMI

Mahkemesi : Beyoğlu 3.As.H.H.
Tarihi : 19.12.2000
Nosu : 715/747
Davacı : Hazine
Davalı : Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı

Taraflar arasındaki davadan dolayı Beyoğlu 3. Asliye Hukuk Hakimliğinden verilen 19.12.2000 gün ve 715/747 sayılı hükmün onanmasına ilikşin olan 19.4.2001 gün ve 4681/4911 sayılı kararın düzeltilmesi süresinde davalı vekili tarafından istenilmiş olmakla, dosya incelendi gereği görüşülüp düşünüldü:

– KARAR –

Davada ileri sürülen iddianın ve davalı tarafın savunmasının içeriğine göre, yanlar arasındaki uyuşmazlık, Osmanlı İmparatorluğu döneminde kurulmuş “gayri müslüm cemaat vakfı tüzel kişiliği” niteliğini taşıyan vakfın ya da vakıfların taşınmaz mal veya malları kayden edinip edinemeyecekleri noktasında toplanmaktadır. Öznelikle ve önemle belirtilmelidir ki; uyuşmazlığın çözümlenmesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminin temel müesseselerinden olan vakıflara, vakıfları tanımlayan ve onlara hukuki sonuç izafe eden hükümlere özet şekilde değinilmesini; bunun yanısıra, o dönemde ortaya çıkan tüzel kişilerin mal edinmelerini sağlamış olan padişah fermanı (buyruğu) niteliğindeki emri mahsusaların belirtilmesini, Lozan Antlaşmasının ve 43. maddesinin değerlendirilmesini; ayrıca Türkiye Cumhuriyeti kurulmasından kısa bir süre sonra yürürlüğe giren Medeni Kanun hükümlerinin ve özellikle bu tür olaylara doğrudan uygulanan 2762 sayılı Vakıflar Kanununda öngörülen düzenlemelerin açıklanmasını zorunlu kılmaktadır.

Bilindiği üzere vakıfı çok eski devirlerde bir din kurumu olarak ortaya çıkmış ve geliştirilmiştir. İnsanların vakıf yoluyla sonraki nesillere iyi bir ad bırakmaları her devirde takdirle anılmıştır. Toplum yararına kullanıldığı sürece vakıf, insanlığa büyük yararlar sağlamıştır. Hristiyanlıkta da vakıf yoluyla hizmetlerin kamu yararına getirilmesi benimsenmiş ve dini esaslara dayanılarak insanlığa yararlı kurumlar meydana getirilmiştir. (Dr. Suat Bertan, Ayni Haklar, Cilt 1. Sh.75) Esasen, Osmanlı döneminde müslüman kişinin veya kişilerin müslüman olmayan ihtiyaç sahibi ya da sahiplerine, müslüman olmayan kişi veya kişilerin de muhtaç durumdaki müslüman kişi ya da kişilere mallarını vakfatmeleri muteber sayılmıştır (Ömer Hilmi, Ahkamül Evkaf, Mesele 57).

Sayfa – 2

Esas: 7572
Karar: 9660

Müslüman olmayan kişilerce de özel mülklerinden hastane, imaret, çeşme, şifahane, kütüphane gibi yerler için sahih vakıflar kurulmuştur. Mülk araziden vakfı sahih olarak oluşan vakıflara ait taşınmaz mallar sonradan değişik tarihlerden tapuya kaydedilmişlerdir.

Dabaya konu ve benzeri cemaat vakıflarının, padişah fermanı (buyruğu) olarak emri mahsusa ile kuruldukları, vakfiyelerinin bulunmadığı gerek öğretide gerek yargısal uygulamadan ortaklaşa ifade edilmiştir.

Anılan vakıf türlerinin iki yoldan geliştiği, ilk olarak bağımsız bir vakıf kurulduğu, daha sonra da kurulmuş bulunan ana vakfa mal tahsis edildiği; böylece, ana vakfın mal varlığının çoğaltıldığı bilinen bir olgudur. Genellikle İstanbul’un belli semtlerinde ana vakıf niteliğinde büyük bir hayri ya da dini vakıf kurulmuş, o semtlerde aynı cemaat hizmetlerinin görülmesine tahsis edilen diğer kurumlarda ana vakfın tüzel kişiliğine bağlanmışlardır. Örneğin bir semtte sinegog veya kilise mevcutsa, sonradan aynı semtte tesis edilen diğer sinegog ya da kiliselerde ana sinegog ya da kiliseye “merbutatı” olarak bağlanmışlardır. Böylece sinegoglar ve kiliseler; ayrıca, bunlara gelir sağlayan akarlar; o semtteki tek bir cemaat vakfı tüzel kişiliğinin mal varlığını teşkil etmişlerdir. Ana vakfı emri mahsusa olarak ortaya çıkaran padişah fermanları, genel bir içerik taşımamış; belli ve muayyen yer ya da yerlere hasredilmiştir.

Başka bir anlatımla, cemaat vakıfları “iradesi mahsusa” ile kurulmuştur. Söz konusu iradenin, cemaatlerin kuruluş zamanları itibariyle, dini ve hayri işlevlerini özgürce yerine getirmelerine olanak tanımak şeklinde anlaşılması ve bu sınırlar içerisinde düşünülmesi gerekeceği kuşkusuzdur. İrade-i mahsusanın genişletilmesi günümüzün meri hukukuna göre mümkün değildir. Öyle ise 1924 tarihli Lozan Sözleşmesinin 42. maddesinde öngörülen vakıflar ile dini ve hayri müesseselerin işlevlerinin, değinilen sınırlar gözetilerek güvence altına alındığı kabul edilmelidir.

Öte yandan, Osmanlı döneminde (önceki hukukda); tüzel kişilik müessesesi kabul edilmemiştir. İlk olarak 1870 tarihli Ticaret Kanunuyla ticari şirketler için tüzel kişilik tanınmış, daha sonra taşınmaz mallar hakkında “eşhası hükmüyenin gayri menkullere tasarruflarına mahsus” 16.Şubat.1328 (1912) tarihli kanun kabul edilmiştir.

Tüzel kişilik tanınması üzerine cemaat ve hayır müesseselerine ait malların adlarına kayıt edilmesi bakımından kanunla bir süre tayin elidmiştir. Bu süre 11.Eylül.1329 (1913) tarihli kanun gereği 6 ay uzatılmış, bunu takiben 25.Şubat.1329 (1913) tarihli kanun ile tekrar 6 ay süre tanınmış; en son olarak da “Emvali Gayri Menkulenin Tasarrufu” Hakkındaki 30.Mart.1329 (1913) tarihli kanunun 4. maddesiyle iki sene süre verilmiş; süre son bulunca bir daha uzatılmamıştır. Bu bağlamda ifade edilmelidir ki; 30.Ağustos.1325 (1909) tarihli

Sayfa – 3

Esas: 7572
Karar: 9660

Kanundan yararlanılarak Osmanlı tüzel kişiliği hukuku durumunu kazananlara, 1328 (1912) senesinden evvel ister gerçek kişiler, ister hukikatte yok olan kişiler adlarına “namı müstear” şeklinde tapuya kaydedilen taşınmazlarına ait kayıtların tüzel kişilik (cemaat vakfı) namına tashihi (düzeltilmesi) olanağı da tanınmıştır. (Dr. Suat Bestan, a.g.e. sh.99, 99)

Osmanlı İmparatorluğunun da bulunduğu devletler grubu, birinci dünya savaşında yenik duruma düşünce Türk Milleti İstiklal savaşını başlatmış, savaş sonrasında da Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Lozan Antlaşmasının eldeki davayı etkileyen 42/son maddesinde (… Türkiye Hükümeti gayri müslüm türk tebaasına ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve müessesatı hususiyeye temin edilmiş olan teshilatı lazımeden “lüzümlü kolaylıklardan” hiç birini beriğ etmiyecektir. “Lüzumlu kolaylıklarda engelleme yapmayacaktır”…) ifadeleri yer alınmıştır. (Madde metnini içeren Lozan adlı eser Hukuku Düvel Profesörü M.Cemil Bilsel tarafından 1933 yılında yazılmış ve aynı yıl neşredilmiştir.)

Lozan Antlaşması ve özellikle 42.maddesinin öngördüğü hükümler batı devletlerinin birinde yürürlükte bulunan bir Medeni Kanunun gecikilmeksizin alınması düşüncesini de o günün şartlarında geçerli kılmış ve İsviçre Medeni Kanununun alınması isabetli bir sonuç olarak görülmüştür. (Bkz. Suat Bertan, a.g.e Sh.2, 8, 4)

Medeni Kanunla birlikte 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe giren Kanunu Medeninin Sureti Mer’iyet Ve Şekli Tatkiki Hakkındaki 864 Sayılı Kanunun 8.maddesinin birinci fıkrası “Kanunu Medeninin mer’iyete vaz’ından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur” hükmünü getirmiştir.

Sözü geçen hükümde işaret olunan 4.Ekim.1926 tarihinden önce mevcut vakıflara ilişkin Tatbikat Kanunu, 2762 sayılı ve 5.6.1935 tarihli Vakıflar Kanunu adı altında yürürlüğe konulmuştur. Gerçekten Vakıflar Kanunu “4.Tesrini Evvel 1926 tarihinden önce mevcut olan vakıflar hakkında tatbikat kanunu layihası” adıyla hükümet tarafından TBMM’ne sevk edilmiş, 1929 yılında tanınmış İsviçre Hukukçularından Prof.Hane Lemann Türkiye’ye davet edilip; konu hakkında sunduğu projeden de yararlanılarak uzun görüşmeler sonunda “Vakıflar Kanunu” adını alan kanun kabul edilmiştir. (Bkz. TBMM.Tutanak Dergisi, Devre 5. Cilt 4-5 sayısı 124-2; İ.Özmen, H.Çorbalı, Kadastro Kanun Şerhi Sh.484)

Anılan 2762 Sayılı Kanunun hükümet gerekçesinde ve gerekçesine uygun olarak TBMM tarafından kabul edilip yürürlüğe giren birinci maddesinin cemaatlerce idare olunan vakıfların “mülhak vakıf” olduğu açıklanmış, idare ediliş yöntemleri belirtilmiştir. Kanunun muvakkat maddesiyle de, mevcut cemaat vakıfları için, onları idare edenlere, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne beyanname

Sayfa – 4

Esas: 7572
Karar: 9660

verme yükümlülüğü getirilmiştir. Somut olarak konu camaat vakıfları yönünden önem taşıyan 44.maddesinde ise (…16.Şubat.1328 tarihli kanunun yayınlanmasından sonra tapuya verilmiş defterler ve buna benzer belgelerle anlaşılacak olan yerlerin o yolda vakıflar kütüğüne geçeceği…) hükmü yer almıştır.

Hukukun üstünlüğünü benimsemiş çağdaş bir hukuk devletinde sorunların, yasaların öngördüğü biçimde çözüme kavuşturulması asıldır. Bunun yanında ahde sadakat ilkesi gereği sorun hakkında varsa uluslararası sözleşme hükümleri elbette uygulanacaktır. Ne var ki, Osmanlı döneminde kabul edilmiş kanun hükümleri, Lozan Antlaşması ve Cumhuriyeti ilan eden TBMM’nde görüşülüp kanunlaşan cumhuriyet sonrası düzenlemeler tüm olarak ele alınıp değerlendirildiğinde; Osmanlı İmparatorluğunun ilk dönemlerinden itibaren ve padişah fermanı (emri mahsusa) ile kurulmuş, sonraki tahsislerde genişletilmiş, akarlarıyla da desteklenmiş ve vakfiyesi olmayan cemaat vakıflarının 1936 yılında verilmiş beyannamelerinin, taşınmaz mal varlıklarını belli etme ve sonradan taşınmaz mal edinme bakınımdan “vakıf name” niteliğiyle kabul edilmesi bir zaruret olarak ortaya çıkmıştır. Yargısal uygulama; sapma göstermeksizin beyannameleri “mal bildirim belgesi” olarak değil ilgili düzenlemeleri (mevzuatı) bir bütünlük içerisinde değerlendirip vakfiye niteliği ile uyuşmazlıkların çözümünde dikkate alınmıştır.

Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte devletin, modernleşme süreci içerisine girdiği, bir yandan yepyeni yasal düzenlemelerle çağdaş hukuk devleti olma çabalarını sürdürürken, diğer yandan Osmanlı döneminden kalma bir kısım kurumları, benimsenen hukuk düzenine uyumlu hale getirdiği işlevini yitiren bazılarını da tasfiye cihetine gittiği bilinmektedir.

Bu cümleden olarak, 1926 tarih 743 sayılı Medeni Kanunla yeni Vakıf ve Derneklerin kuruluş ve işleyişleri düzenlenirken, 2762 sayılı Vakıflar Kanunuyla da eski vakıfların tasfiye ve yeni bir düzene sokulması düşünülmüştür. Esasen Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra anılan yasada öngörülen vakıf (tesis) lar ile eski vakıflar arasında oluşan ikilem belirtilen tasfiye ve düzenlemeyi zorunlu hale getirmiştir.

Nitekim, mülk araziden oluşan sahih vakıfları ile tahsisat ve irsadat kabilinden olan, gayri sahih vakıfların, ekonomik ve sosyal zorunluluklar nedeniyle icareteyn ve mukataaya bağlanması usulüne 2762 sayılı yasa hükümleri uyarınca son verilmiş, yasanın 27, 29 ve 30. maddeleri ile de vakıflara ait mukatalı toprakların ve icareteynli taınmazların taviz bedeli karşılığı mutasarrutflarına geçirilmesi öngörülmüştür.

Diğer taraftan yine aynı yasanın 1.maddesi ile bazı vakıflar, Vakıflar Genel Müdürlüğünün yönetimine (mazbuteye) alınırken; vir kısmı adı geçen genel müdürlük denetiminde kalmak üzere mülhak vakıf olarak mütevellilerinin yönetimine bırakılmıştır.

Sayfa – 5

Esas: 7572
Karar: 9660

Yine 2762 sayılı yasanın 44.maddesi, yasanın yürürlük tarihi olan 1935 yılı itibarıyle vakıf mallarının belirlenip tapu siciline tescilinin sağlanması için düzenleme getirmiş; bununla yetinilmeyerek anılan yasanın muvakkat maddesinde cemaat vakıflarına da vakfa ait taşınmazları bildirme ve bu süretle adlarına tescil olanağı sağlanmıştır.

Bütün bu düzenlemeler incelendiğinde görüleceği üzere Medeni Kanun öncesi mevcut vakıflar arasında herhangi bir ayrım yapılmadığı anlaşılmaktadır. Bunun yanında, düzenlemelerin temel amacının eski vakıfların yeni bir düzene sokulması onların vakıflarının tesis tarihlerindeki amaçları doğrultusunda korunması olduğu açıktır.

Kuşkusuz Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra kurulmuş bir cemaat vakfının belgelenmesi durumunda, taşınmaz mal edinme ehliyeti (hak ehliyeti) yönünden anılan kanun hükümleriyle, Vakıflar Kanunu hükümleri birlikte değerlendirilecek; uyuşmazlığın çözümü buna göre yapılacaktır. Ancak, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra kurulmuş gayri müslüm bir cemaat vakfıyla ilgli çekişmeye ilişkin dosya daire kayıtlarına geçmemiştir.

Bu itibarla vakfiyesi olmayan, vakfiye niteliği ile değerlendirilen 1936 tarihli beyannamesinde de taşınmaz mal edinebileceği belirtilmeyen cemaat vakıflarının bu tarihten sonra sebebi ne olursa olsun taşınmaz mal edinemeyecekleri gözetilmeli ve sonucuna göre bir hüküm kurulmalıdır.

Hal böyle olunca; davanın kabul edilmesi ve hükmün onanması belirtilen gerekçelerden ötürü sonuçları bakımından doğrudur. Bu nedenle davalı vakıf vekilinin HUMK.nun 440.maddesinde yazılı hallerden hiçbirisine uygun düşmeyen karar düzeltme isteğinin REDDİNE, davalından usulün 442/3. maddesi ve 4421 sayılı yasa gereğince takdiren 35.592.000 lira para cezası ile 6.610.000 lira red harcının alınarak Hazineye gelir kaydına 25.9.2001 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

Başkan Üye Üye Üye Üye
E.Özkaya C.Çetiner A:U.Turan Y.Öztürk M.E.Seçkin

Yorumlar kapatıldı.