İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Radikal2: 6-7 Eylül

SALİH KEVIRBIRİ

‘6-7 Eylül Olayları’ Türkiye Cumhuriyeti tarihinin son 50 yılına damgasını vurmuş en önemli olaylardan birisi. 5 Eylül 1955 gecesi huzurlu bir şekilde uykuya dalan İstanbul ve İzmir Ermeni, Rum ve Yahudi azınlığı 6 Eylül sabahı korkunç manzaralara tanık oldu. Evler ve işyerleri yağmalandı, bombalandı. Gayrimüslimler linç girişimleriyle karşı karşıya kaldı. Ölenler oldu. Öyle ki, Beyoğlu ve Galata’dan bir takım esnaf Türk ve Müslüman olmamalarına rağmen canlarını kurtarabilmek için, ‘Bre ben de müsilmanim…!’ diyerek ev ve işyerlerinin camlarına Türk Bayrağı astı. Bu bile onları yüzyıllardır bulundukları toprakları terketmek zorunda bırakılmalarını engelleyemedi.

Rober Haddeciyan o günleri yaşayanlardan birisi. Kendisi 61 yıldan bu yana İstanbul’da yayınlanan ‘Marmara’ adlı gazetenin 34 yıllık sahibi ve genel yayın yönetmeni. Gazetedeki odasında o günleri anlatırken mahsun bir ses tonuyla sanki o ‘çirkin’ olayları tekrar yaşıyor gibiydi.

Haddeciyan’a olay günü yaşananları, olaylar öncesi ve sonrası ülkedeki atmosferi, olayların yarattığı tahribatı, azınlık fobisini, 1955 yılındaki provakatörlerin günümüz provakatörleriyle benzeşme noktalarını ve gündemde olduğu için Üzeyir Garih cinayeti’nin perde arkasını sorduk, büyük bir özveri ve sorumluluk duygusuyla cevaplandırdı.

Sayın Haddeciyan 6-7 Eylül badiresini yaşamış biri olarak bize o günü anlatır mısınız?

Bugün gibi anımsıyorum o günleri. Çok enteresan bir şekilde olaylara tanık oldum. Olayın yaşandığı gün İzmir’den İstanbul’a gelen bir vapurdaydım. 6 Eylül’ü 7’ye bağlayan gece vapurda olduğumdan hiç bir şeyden haberim yoktu. 7 Eylül sabahı Galata rıhtımına yanaştığımızda bir fevkaladelik sezdik. Ortalık darmadağındı, harpten yeni çıkılmış gibi bir durumla karşılaştık. O sırada yolculara yardımcı olmak için bir hamal gemiye atladı. Ben hamala sordum: ‘Ne oldu?’ diye. ‘Hiç sorma ağabey’ dedi.
‘Görmüyor musun, İstanbul dün akşam altüst oldu!’.

Yakınlarım beni almaya geldiklerinde bir şey söylemek istemediler. Daha sonra eve giderken yolda olup bitenleri tek tek anlattılar. Suadiye’de oturduğumuzdan, eve Beyoğlu’ndan gidelim dedik. Beyoğlu’nda gördüğüm manzarayı hayatımın sonuna kadar unutamayacağım. Tanıdığım bir çok dostlarımın dükkanları darmadağın edilmişti. Bütün değerli eşyalar sokaklara dökülmüş, parçalanmıştı. Bir kumaş mağazasındaki bütün kumaşlar bıçakla kesilmiş, ateşe verilmişti. Düşmanca bir tutum vardı. Amaç o eşyaları eve götürüp kullanmak değildi. Bu duygularla evimize gittik bu bizim için çok acı bir tecrübe oldu. Bir iki ölüm olayı oldu, yaralanmalar da oldu. Fakat asıl tahribat bu değildi….

Neydi asıl tahribat?

Asıl tahribat fizikselden ziyade psikolojik idi. İnsanlar işini kaybetti, dostlarını kaybetti. En önemlisi de yaşadığı memlekete ve devlete karşı olan güvenini kaybetti. Bu olaydan sonra pek çok dostumun istemeyerek bu toprakları terketmelerine şahit oldum. Gittiler ve hiçbiri de mutlu olmadı. Olayların açtığı yaralar Türkiye’ye kaybettirdi ve hala da kaybettirmeye devam ediyor.

Devletin tavrı ne idi. Gerekli hassasiyeti gösterdi mi?

Devletin asıl amacı, gelişecek böylesi bir olayla o dönemler sürtüştüğü Yunanistan’a bir gözdağı vermekti. Bir gövde gösterisine ihtiyaç vardı. Bu gösteri, bugün bile çözülüp anlaşılamayan bir mekanizma ile çığırından çıktı ve umulmadık bir boyuta ulaştı. Sürekli bunu kendime soruyorum; nasıl oluyor da, aynı anda İstanbul’un birbirinden bu kadar uzakta olan semtlerinde, aynı şekilde insan grupları aynı karakterdeki işyerlerine sanki aynı yerden emir almış gibi saldırıda bulunuyorlar? Bu olayın çok iyi hazırlanıp, örgütlendirildiğini bize gösteriyor. Ve bundan da maalesef devlet yöneticilerinin haberdar oldukları kanaati çok güçlü.

1955 yılındaki acılar bugün yaşanmıyor olsa da, bir ‘Ermeni’, ‘Rum’, ‘Yahudi’ fobisi hala var mı?

Evet eskisi gibi olmasa da maalesef bu fobi var. Eskiden daha kötüydü. En büyük gazetelerin azınlıklara karşı en kötü ifadeleri kullandıklarını biliyoruz. Fakat ne kadar değişmiş olsa da, maalesef belirli bir kesimin azınlıklara karşı temelsiz bir rahatsızlık duyduğu kesin. Bu kesimler Türkiye’nin başına bela olmuş uğursuzlukların, olumsuzlukların tesirinde kalarak hâlâ bildiğini okuyor.

Sayın Haddeciyan, o günkü olayları provake edenler ile bugün demokratikleşme, insan hakları ve Kopenhag Kriterleri’ne karşı çıkanların aynı çevreler olduğu görüşü yaygın. Ne dersiniz?

Doğrusunu isterseniz ben fazla siyasi yorumlar yapmak istemiyorum. Malumunuz durum ortada. Fakat şurası muhakkak ki Türkiye’de bazı konularda değişmeyen bir çizgi görülüyor. Arzu edilmeyen bir politika tatbik ediliyor. Bütün bunlar Avrupai ve çağdaş bir şekilde, insan hakları normlarına uygun bir şekilde yapılanmamızı engelliyor.

İstenen kriterlerin Türkiye’deki herkes için yararlı ve gerekli olduğu inancındayım. Çünkü bütün bunlar tecrübe edilmiş kriterlerdir. Avrupa’nın da Türkiye’ye karşı düşmanca bir tavır sergileyip bu tür kriterleri ortaya koyacağını düşünmek bile istemiyorum.

Sizce olayların içinden çıkılamaz bir hal almasında Türkiye’deki ‘azınlık’ diye tabir ettiğimiz Ermeni, Rum ve Yahudilerin etrafa kapalı olması veya ‘kabuğuna çekilmiş’ olmasının rolü yok mu?

Bu şekilde olmaları bile onların Türkiye için bir tehdit ve tehlike unsuru olduğu kanaatini çıkarmaz. Dolayısıyla Türkiye için alınan kararlarda, zaten nüfusları azalmış olan azınlıkların etkili olacağı kanaatinde de değilim.

Garih cinayetine gelmek istiyorum. Türkiye’deki Yahudilerin önde gelen isimlerinden Üzeyir Garih’in öldürülmesi olayını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu olay henüz çok taze ve yeni. Olayın içyüzü hala aydınlanmamış, belki de bir çok cinayette olduğu gibi bu olay da ebediyen çözülemeyecek. Bu durum aslında Türkiye’nin talihsiz taraflarından biri. Bu tür insanların harcanması hakikaten hepimizi üzüyor. Bu olayla sadece Türk ekonomisi değil, her bakımdan devlet sekteye uğramıştır. Maalesef Üzeyir Garih’in katledilmesi ne ilktir ne sonuncu olacaktır.

Yorumlar kapatıldı.