İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkiye, Azınlık Haklarının Neresinde?

Almanya, Yunanistan, Fransa ve Türkiye’deki azınlıklar: Bir sempozyumun geride bıraktığı izler, ilginç karşılaştırmalara olanak veriyordu. İşte, dinini değiştiren Enis’in, ismini Teofilos yapamayışı… Ya da Almanya’daki türbanlı öğretmenin öyküsü

“Almanya’da, göçmenlerin ve azınlıkların yoğun olduğu bölgelerde, devlet dairelerindeki memurlar, azınlık dillerini öğrenmekle yükümlüdür.”

Geçen hafta, İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Azınlık Hakları Çalışma Grubu’nun Heinrich Böll işbirliğiyle düzenlediği “Azınlık Hakları” sempozyumunda konuşan Almanya Parlamentosu’nun Türk asıllı milletvekili Cem Özdemir, “Almanya’da göçmen ve azınlıkların durumu”nu anlattığı konuşmasında böyle diyordu.

Cem Özdemir’in anlattığı Almanya’da, azınlık hakları açısından tablo şöyleydi:

“Almanya’nın sınır bölgelerinde, azınlıklara dil, din, kültür konusunda hiçbir sınırlama yoktur . Almanya’nın tüm eyaletlerinde azınlıklara anadil dersleri verilir. Bu diller, resmi eğitim programında da yer alır. Göçmenlerin ve azınlıkların yoğun olduğu bölgelerde, devlet dairelerindeki memurlar azınlık dillerini öğrenmekle yükümlüdür. Ayrıca, kamu kurum ve kuruluşları tarafından Almanca’nın yanısıra azınlık dillerinde de broşürler basılır. Tüm azınlıklar kendi dillerinde yayın yapabilme hakkına sahiptir. Yabancıların dernek kurma hakkı ve ibadet özgürlüğü de güvence altına alınmıştır.”

Almanya: Derste türban takan öğretmen

Almanya’da azınlıkların inanç özgürlüğünün de güvence altına alınmış olduğuna dair Özdemir’in verdiği bir örnek de vardı:

“Geçtiğimiz günlerde iki Türk öğretmenin işine ‘derste türban taktıkları’ gerekçesiyle son verilmesi, kamuoyunda yankı buldu. Konuyla ilgili dava açan öğretmenlerden biri, mahkemece ‘öğretmenlerin görev yaptıkları okulları temsil ettikleri, okulların resmi kurumlar olduğu, başörtüsünü ise dini bir simge olduğu’ gerekçesiyle haksız bulundu. Diğer mahkeme ise, misyonerlik yapmadığı sürece bir öğretmenin de başörtüsü takabilme hakkından faydalanabileceğini belirtti.”

Türkiye’de durumun ne kadar farklı olduğunu, İbrahim Kaboğlu’nun aktardıkları büyük ölçüde ortaya koyuyordu:

“Türkiye’de azınlıklara, resmi kurumlar dışında dilini dilediği gibi kullanma serbestliği tanınmıştır. Anayasa’nın 26 ve 28. maddelerinde kanunla yasaklanmış diller hala vardır. Bu yasaların amacı dolaylı olarak Kürtçe’nin kullanılmasını yasaklamaktır. Kararlar, azınlık dillerinin kullanılmasını özel alanda serbest bırakır, resmi alanda yasaklar , kamusal alanda ise keyfi uygulamalara imkan verir. Bu uygulamalar, Lozan Antlaşması’nın 39/4 ve 39/5 maddeleriyle güvence altına alınan ‘dil özgürlüğü’nü kısıtlıyor.”

Üsküdar: Adı değiştirilen Ruhban Okulu

“İstanbul’da doğmuş bir azınlık mensubu olarak, İstanbul’da yaşamak güzel, ancak avukat olarak azınlık kuruluşlarını savunmak umutsuzluk ve usanç verici” diyen avukat Diran Bakar’ın anlattıkları da azınlık kuruluşlarının karşılaştığı zorlukları sergiliyordu:

“1954 yılında, Üsküdar’da Surp Haç Tıbrevank Ruhban Okulu kuruldu. 1967 yılında ise, laiklik prensibine aykırı olduğu gerekçesiyle sivil hale getirildi ve ismi değiştirilerek Surp Haç Lisesi’ne dönüştürüldü. Türkiye’de pek çok İmam Hatip Lisesi bulunmasına rağmen, Hıristiyanların ruhban okulu kurması ‘laikliğe aykırı’ bulunmuştu.”

Dini değiştiren ismini değiştiremez mi?

Bakar’ın aktardığı 2000 yılına ait bir Yargıtay kararı, azınlıkların özel hayatlarında karşılaşabilecekleri güçlüklerin boyutlarını gösteriyordu:

” Müslüman bir kişi Ortodoks mezhebine geçmişti ve Enis olan ismini değiştirerek kabul ettiği dine uygun olan Teofilos adını almak istedi. Ancak, bidayet mahkemesi bu davayı, Teofilos isminin milli kültürümüz ve örf, adetlerimizle bağdaşmayacağı gerekçesiyle reddetti. Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, davayı şöyle sonuçlandırdı: ‘Din değiştirilmesi, mutlak olarak kişinin,isminin de değiştirilmesini gerektirmez. Davacının sahip olduğu Enis ismi dost, arkadaş anlamına gelmekte olup, kişi hangi dine mensup olursa olsun böyle bir ismi taşımasında herhangi bir sakınca yoktur. Davacının Rum Patrikhanesi’nce Teofilos ismi Ortodoks Mezhebi’nce kabul edilmiş olması da Türk vatandaşı bulunan davacının nüfus kayıtlarında isminin değiştirilmesi için bir sebep teşkil etmez.”

Korsika Deneyimi

“Ulusun bölünmez bütünlüğü ilkesini benimseyen Fransız Anayasası’nda, azınlıklara hiçbir hak tanınmadı . Ancak bu durum, azınlıklara geniş bir hareket alanı sağladı” diyen Prof. Dr. Nicole Gimezanes ise konuşmasında Korsika’ya tanınan özerkliğe dikkat çekti.

Türkiye’de de “ulusun bölünmez bütünlüğü” ilkesinin benimsendiği düşünüldüğünde, Gimezanes’in anlattıkları ilgi çekiciydi. İşte Gimezanes’in anlatımıyla Korsika deneyimi:

“1991 yılında çıkarılan bir kanunla özerk statü kazanan Korsika’da, ‘meclis’ ve ‘yürütme kurulu’ adıyla çalışan iki kurum bulunur. Bu örgütlerin yasama yetkisi yoktur ancak, Fransız Parlamentosu’nda konuyla ilgili bir yasa önergesi tartışılmaktadır. Bu önergede, Korsika Meclisi’ne, Fransız hükümetince çıkarılan yasaları kendisine uyarlayabilme yetkisi ve Korsika dilinin okullarda zorunlu hale getirilmesi isteniyor. Fransa’da, 1998 yılından bu yana, azınlık okullarında, azınlıklar kendi dillerinde ders görebiliyor.”

Türkiye: Azınlık kimliğinden yararlanmak için

Prof. İbrahim Kaboğlu’nun anlattıkları ise, Türkiye’de durumun Fransa’dakinden oldukça farklı olduğunu sergiliyordu:

“Türkiye’de, azınlık haklarından faydalanabilmek için devletin azınlık kimliğini tanımış olması gerekir ve devlet, Lozan Antlaşması’yla sadece gayrimüslimleri azınlık statüsünde kabul etmiştir. Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası uyarınca hareket eden Anayasa Mahkemesi kararlarına göre, ırk ve dil farklarına göre azınlık statüsü yaratmak devletin bölünmez bütünlüğü ile örtüşmez. Etnik kökeni farklı vatandaşlar olduğu kabul edilirken, azınlık yaratmak yasaklanır. Yani, azınlıkların varlıklarını sürdürebilmesi için özel hukuki düzenlemeler yapılmasından açık ya da örtülü biçimde bahsetmek yasaklanır.”

Kaboğlu, Türkiye’de azınlık dilleriyle eğitim yapabilmenin de ancak Milli Güvenlik Kurulu’nun incelemesine, Bakanlar Kurulu’nun onayına bağlı olduğunu vurguladı ve uygulamanın sonuçlarına değindi:

“Bu nedenle, geçtiğimiz günlerde Kürtçe dil kursları için izin alınamamıştır. Azınlıkların anadillerinin eğitimde kullanılması Anayasa’nın 42. maddesiyle yasaklanmıştır. Lozan Antlaşması ile güvence altına alınan haklar ise sadece müslüman olmayan azınlıkları kapsar.”

Yunanistan: Sadık Ahmet ve İbrahim Şerif örnekleri

Yunanistan’daki azınlıkların örgütlenme ve dernek kurma haklarının yasalar ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alındığını söyleyen Prof. Dr. Achille Scordas konuşmasında, İbrahim Şerif ve Sadık Ahmet örneklerine yer verdi:

“Yunan Parlamentosu’nun müslüman Türk parlamenteri Sadık Ahmet , yaptığı bir konuşma nedeniyle yargılandı. Mahkemece suçlu bulunan Ahmet, ifade özgürlüğünün engellendiği gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na başvurdu. Ahmet komisyonca haklı bulundu, ancak dava usul yönünden reddedildi .
Rodop’taki müslümanlar tarafından seçilerek müftü olan eski parlamenter İbrahim Şerif olayında ise, hükümet tarafından atanan müftünün yetkilerini gasp ettiği gerekçesiyle dava açıldı. Şerif, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu ve Yunanistan haksız bulundu. Sonuçta hükümet, kendi atadığı müftünün yanısıra, azınlık tarafından seçilen müftünün de belli konularda yetki sahibi olmasını kabul etti .”

Vakıflara ait eski eserler: Yıkılmaya mahkum

Avukat Diran Bakar’ın anlattıkları da, Türkiye’deki azınlıkların örgütlenme haklarının nasıl sınırlandığını gösteriyordu:

” Dernekler Yasası ve Siyasi Partiler yasası nedeniyle örgütlenme hakları sınırlanan azınlıklar vakıf kurma yoluna gitti. Ancak, bu vakıfların çoğu uygulamada ortaya çıkan sorunlar nedeniyle kapanmak zorunda kaldı. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından pek çok vakıf zaptedildi. Yasalar nedeniyle, cemaat vakıfları yeni inşaat yapamaz , belli miktarı aşan restorasyonlar için Vakıflar İdaresi’nden izin alınması gerekir. Bu nedenle, İstanbul’da vakıflara ait pek çok eski eser yıkılmaya terk edildi.”

Yöneticisi Olmayan Ruhban okulu

“1956 yılında Heybeliada’da kurulan Ortodoks Ruhban Okulu , 1981 yılına kadar vakıf olarak kabul edildi. 1985 yılına kadar, seçilen yöneticilerle idare edildi. 1985 yılında ise, seçimle işbaşına gelen kişilerin yöneticiliği İçişleri Bakanlığı’nca onaylanmadı . Bugün yöneticisi olmayan bir okul olarak faaliyetini sürdüren bu kuruma, 1999 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yazı gönderildi. Bu yazıda, okulun, “Azınlık Tali Komisyonu” kararına göre yanlışlıkla azınlık vakfı olarak işlem gördüğü belirtildi.”

Yorumlar kapatıldı.