Kendini yine çok huzursuz hissediyordu. Dışarıdan bakıldığında huzursuz olacağı hiçbir şey yoktu oysa. Sorun ondaydı. Sorun onun içindeydi. Ona ait dünyada fırtınalar kopuyordu.
Kadehin yarısına kadar rakısını doldurdu, pijamasını çekti bacaklarına, yerleşti masasına. Televizyonda kafasına göre bir şeyler bulamadı. Radyosunu açtı, hüzünlü şarkıların ard arda çalınacağı bir istasyonu seçti.
Saat gece yarısını az geçiyordu. Yaşamında rahatsız eden bir şey bulmaya çalıştı. Yoktu. Her şey yolundaydı. İki senelik eşi de annesinin yanına gitmişti. Bir hafta bekardı işte. İşi gücü yerli yerindeydi. Her şeyi tamamdı. Klimalı otomobili de kapıdaydı. Ne çok uğraşmıştı otomobiline kavuşmak için. Üç beş ay fazladan mesaiye kaldı. Öğle yemeklerini de ucuza kapatmıştı. Sonunda almıştı işte.
Sorun neredeydi? Sorun bu sabah dank etmişti kafasına. O mengeneye sıkışmış bir zavallıydı. Sabah matinesine sinemadayken filmi seyrederken çok kötü bir şey yapmıştı. Filmi seyretmeyi bırakıp, seyredenleri seyretti. Kimisinin elinde kocaman bir mısır vardı, kimisi kolasını içiyordu, kimisi de kaybolup gitmişti bir şekilde. O da onlardan biriydi. Her şey çok renkliydi. Teknoloji her şeyin tek hakimiydi işte. Bir kaza sonucunda keşfedilen sinema da teknolojinin bir esiriydi artık. Bir gece önce de bilgisayarının başında, sanal dünyada kaybolup gitmişti. Sarsıldığını hissetti.
Sinemadan çıktıktan sonra gazetesini alıp, çok sevdiği bir mekana kahve içmeye gitmişti. Gazetesini açtı. İlk sayfalar tekrar tekrar ısınan yemeklerin sunulduğu bir mutfaktı. Yıllardır her şey değişiyor gibi gözükse de hiçbir şey değişmiyordu. Kişiler, olaylar değişse de olayın özü hiç değişmiyordu. İnsanlar ölmek zorunda olduğu için oyuncular değişiyor, bir de olaylar zamana ayak uyduruyordu o kadar.
Tuvalete gidip döndükten sonra daha masasına oturamadan çok büyük bir darbe yedi. Garson kız masadaki boş bardağı alırken gazetenin sayfalarını karıştırmıştı. Cenaze ilanları en üstte O’na bakıyordu. İşte bomba patlamıştı. O da ölecekti ve olacak çocukları onun da adını oraya yazdıracaklardı. Ya da sevgili patronları bir kaza sonucu yitirdikleri elemanlarına bu sayfalarda yer satın alacaklardı. Zaman denen kabusta hiçbir şey değişmiyordu. Fon değişiyordu, öz değişmiyordu. Akış aynıydı.
Rakısı bitti. Boş bardağını masaya bıraktı. Gitti ve fotoğraf albümlerinden birini eline aldı. Bebekliği, okul yılları, ailesi. Ölmüş babası. Bir gün olacak olan çocuğu da böyle bir albümü açacaktı. Fotoğraf aynı enstantaneleri yakalamış olacaktı ama bu defa kişiler farklı olacaktı. Yanlış olan bir şeyler vardı. Ya da çaresizliği böyle düşündürüyordu.
Zaman ne kadar da çabuk geçti diye düşündü. O kadar yıl nasıl bu kadar çabuk geçebilirdi ki… Cevabı kolay bulduğuna üzülse miydi, sevinse miydi bilemedi. O kadar monoton yaşamıştı ki. Bir toplumun izlediği periyodun içinde kendi rolünü oynamıştı. Her günü diğerinin aynısıydı. Toplantılar, topluluklar kişiler değişiyordu. Ama yol aynıydı. Bir iki on yıl sonra da tarih olacaktı.
Kalktı odasına doğru yürüdü. Dışarıdan duyulan büyük bir gürültüyle balkona çıktı. Biricik klimalı otomobilinin üzerinde bir kamyon duruyordu. Aynı zamanda üç aylık fazla mesailerinin ve vazgeçtiği öğle yemeklerinin de üzerinde aynı kamyon vardı. Sadece gülümsedi. Çünkü bir çözüm bulduğunu düşünüyordu.
Tekrar odasına döndü. Bir iki giyeceğini çantaya koydu. Kapıyı vurup, çıktı. Camları patlamış olan otomobilinin torpidosuna uzanıp sigaralarını aldı. Lastiğe de bir tekme salladı yürüdü gitti.
Nereye gitti, ne yaptı bilmiyoruz. Eşi ikinci evliliğini çoktan yaptı bile. Etrafındakiler hayatın devam ettiğini söyleyip durmuşlardı. Bizimkinin ne olduğunu bilmediğimiz gibi, bulduğu çözümün doğru olup olmadığını da tartışmıyoruz. Onu bu sayfanın kahramanı yapan tek şey en azından kendi filminin perdesini yırtarak kendince bir yol bulmuş olması.
Yorumlar kapatıldı.